Bizi Twitter'dan takip etmek için: @sotatercuman
Çeviri arşivimize ulaşmak için tıklayın.


Lawdy Lawdy, He's Great

Joe Frazier 2011'de hayata gözlerini yumduğunda Bill Simmons da büyük sporcunun hakkını vermek isteyenler kervanına katılmıştı. Frazier'ın arkasından yazdığı yazıda 1 Ekim 1975'teki büyük Manila dövüşünü anan Simmons, bugünlerde "Thrilla in Manila" olarak hatırlanan gecenin geride iki değil, üç hayalet bıraktığını ifade etmişti. O gece birbirini öldüresiye döven Muhammed Ali ve Joe Frazier ilk iki hayaletti, o karşılaşmadan sonra ikisinin hayatları da bir daha asla eskisi gibi olmamıştı. 

Üçüncü hayalet kimdi? Mark Kram. Kimilerine göre çağının en yetenekli spor yazarı olan bu adam Ali-Frazier dövüşü sonrası Sports Illustrated'a yazdığı bir yazıyla spor tarihine geçmeyi başarmıştı. Aşağıda Niko Yenibayrak ve Anıl Can Sedef çevirisiyle okuyacağınız yazı, o yazı. 

Joe Frazier'in o gece devam etse ölebileceğini düşünen koçu havlu attıktan sonra yıldızını sakinleştirmek ve teselli etmek için şu cümleyi kurmuştu: "Bugün burada yaptıklarını kimse unutmayacak." Unutmadık zira o kapışma kadar o kapışmada ringin hemen kenarında olan Mark Kram'in kalemi bu anları kimsenin aklından çıkarmadı. 20. yüzyılın en unutulmaz gecelerinden biri üzerine yazılmış unutulmaz bir yazı okumak istiyorsanız doğru adrestesiniz. Aynı zamanda bir film gibi, Mark Kram'in yazdıkları. Başı, ortası ve sonuyla bir kurgu şaheseri. İyi seyirler dilerim.

___________________________________________________________________________________




Her şey ışık ile gölgenin ansızın yer değiştirmesi gibi kısacık bir anda olup bitti ama uzun yıllar sonra dahi hepsini sert ve saf bir gerçeklik hissiyle hatırlayacağımıza eminim. Hâlâ merak ediyorum: Muhammed Ali aynada son bir kez kendine bakabilse dikkatini çeken ilk ve son şey ne olurdu?

Ali, onur konuğu olarak davet edildiği Malacanang Palas’ın kırmızı halı döşenmiş merdivenlerini Filipinler’in First Lady’si Imelda Marcos eşliğinde çıktı. Güzel Imelda, devasa ağır sıklet dünya şampiyonunun kocaman şamdanların süslediği büfeden seçim yapmasına yardımcı olurken, terası hafif müziğin tınısı dolduruyordu. Birbirlerine bir şeyler fısıldadılar. Sonra Imelda konuğunun tabağını doldurdu. Ali yemeğini beklerken odayı aydınlatan titrek mumlar, kendini ve sanatını son bir kez ispat etme savaşından canlı çıkan bu adamın yüzünü ürkütücü bir aydınlıkla boyuyordu.

Varoluşçuların en çılgını, zamanımızın en büyük sürrealisti ve tüm dünyanın kralı Muhammed Ali’yi daha önce hiç bu kadar savunmasız ve narin görmemiştim. Neredeyse acınacak haldeydi, o heybetinden eser yoktu. Kendisini tek sahibi ilan ettiği dünyamızdan çok uzaklardaydı. Çatalını zorlukla tutuyor, yemeğini sıyrıklardan pembeleşmiş alt dudağına doğru ağır ağır götürüyordu. Yüzünün rengi atmış, her tarafı kızarıklıklarla dolmuştu. Gözlerindeki çocuksu merakla dolu ışık sönmüştü. Sağ gözü mosmordu, aşırı ışığa dayanamayan birinin gözüne fener tutulmuş gibi kısılıyordu. Yemeğini çiğnerken acı çekermiş gibi bir hali vardı. Yüzündeki zavallı maskenin farkına varmışçasına, kendini bir anda mum ışığının aydınlığından sakladı. İçinden bir ses, haline acı acı gülüyordu sanki. Sonra aniden toparlandı.  Yüzündeki o ifade karanlıkta kayboldu.


Bu sırada, birkaç kilometre uzaktaki bir villanın yatak odasında Ali’yi hep karşılık vermeye zorlamış, onu aç bir kurt gibi sürekli takip etmiş adam yarı karanlıkta uzanmış yatıyordu. Odadaki sessizliği adamın gürültülü soluğu kırarken eski bir dostu yanına geldi. Joe Fraizer uzandığı yerden “Kim o” diye sorarak kalktı. “Kim o? Göremiyorum! Göremiyorum! Işığı aç.” Odadaki iki ışık da açıldı ama Fraizer hâlâ göremiyordu. Bu manzarayı unutmak imkânsız. Orada öylece uzanan bu düzgün ve cesur adam, daha önce ringlerde görülmemiş bir iradenin, onu çok yükseğe belki de biraz fazla yükseğe çıkarmış bir iradenin kalıntılarını temsil ediyordu. Gözleri iki boş yarığa, yüzü Goya tablolarına benzemişti. “Ona bir şehrin surlarını yıkabilecek yumruklar attım” diyordu Frazier. “Tanrım, tanrım… O muhteşem bir şampiyon.” Sözleri bitince kafasını yine yastığa gömdü. Derin uykuda çıkardığı soluğun hırıltısı, odadaki sessizliği kırmaya devam etti.

Manila’da yaşanan o dramatik sabahın hafızalardaki yeri, zaman içinde aşınabilir. Ama maçı yerinde izleyenler, tarihin en büyük iki ağırsıklet boksörünün yüzünü tekrar tekrar hatırlayıp, üçüncü karşılaşmalarında milyonları nasıl şaşkına çevirdiklerini asla unutmayacak. Muhammed Ali'nin o günü mükemmel  özetleyen sözleri kulaklarda yankılanacak: “Ölüm gibiydi. O gün, benim için ölüme en yakın şeydi.”

Muhammed Ali için ölüm, 1 Ekim günü Manila’da saat sabah 10.45’te başladı.  O güne kadar tavırları hep havai olmuştu. Karşılaştıkları ilk maçta Joe Frazier onu yenmişti ama rakibini ne bir insan ne de bir dövüşçü olarak kale almıyordu. Ali’nin hareketlerini ve düşüncelerini her zaman estetik anlayışı belirlerdi. O, bir adamın sadece dış görünüşüyle ve hareketleriyle ilgilenirdi. Ali’nin standartlarına göre Frazier bir insanın sahip olması gereken güzellikten yoksundu ve bir dövüşçüye benzemiyordu bile. Frazier güzellik denen kavrama, Ali’nin ringe yansıttığı ve bir boksörün hareket ederken sergilemesi gereken estetiğe bir hakaretti. Ali, Frazier’dan nefret etmiyordu ama fiziksel ve profesyonel anlamda mükemmelden azına razı olmayan bir adam olarak, içinden ona küfürler ediyordu.



Ali daha ilk raundu başlatacak gong çalmadan Frazier’ın işini bitirdiğine, onun içi boş bir kabuk olduğuna emindi: Rakibi, kafasına yediği yumruklar yüzünden beyni jöleye dönmüş bir aptaldı. Ama bu herifle ilgili aklında tek bir soru dönüp duruyordu: Ne tür bir adam başına bu kadar çok yumruk yemeye dayanabilirdi? Bu soruya bir cevap bulmayı başaramadı. Sonunda Frazier’ı hayvani bir aptallığın insan vücudundaki yansıması olarak görmeye başladı. 

Maçı başlatacak gong çalmadan önce Ali köşesine çekilmiş, menajeri Herbert Muhammed’le boş boş bir şeyler konuşuyordu. Herbert’ın önündeki soda şişesini görünce bağırmaya başladı: “Ne içiyorsun Herbert? Cin mi? Bunlara gerek yok ki. Sıradan bir boks maçı işte… Her zamanki gibi, bu zencinin kafasını darmadağın edeceğim.”

Ringin karşı köşesindeki Joe Frazier, altında bahçıvan elbisesinden kesilmiş gibi gözüken uzun bir şortla duruyordu. Üzerinde sıkıntılı bir gerginlik,  içindeki soğuk motoru ısıtmak için bir aşağı bir yukarı sallanıyordu. Kin duygusu asla kişiliğinin bir parçası olmamıştı ama Ali’nin bitmek bilmez ve acımasız karalamaları sırasında kullandığı “goril, çirkin, cahil” gibi kelimeler artık ruhunu kemiriyordu. O, buraya sadece kazanmak için değil Ali’nin kalbini sökmek ve elleriyle yavaş yavaş parçalamak için gelmişti. İkili, maçtan önce ziyaret ettikleri Malacanang Palas’tan çıkarken; Frazier, Ali’nin kulağına eğilip her kelimeyi vurgulayarak “Senin o kırma kıçını tekmeleyeceğim” demişti. Bu anın hayalini uzun zamandır kuruyordu.

28 bin kişi, leş gibi kokan dolmuşlara doluşup, küçük ve eski taksilere binip, limuzinlerine ya da eski bisikletlerine atlayıp Philippine Coliseum’a gelmişti. Parlak gündüz güneşi solmuş, Güney Çin Denizi’nden esen rüzgârdan eser kalmamıştı. Dövüş, devlet televizyonundan yayınlandığı için sokaklar bomboştu. Arenayı serinletmek için çalışan klimalar sıcak havanın vücudu halat gibi sarmasına engel olamıyordu. Devlet Başkanı Ferdinand Marcos ve güzel eşi İmelda da herkes gibi yerlerini aldılar. Filipinler’in First Lady’si evinin balkonunda çay içecekmiş gibi rahat ve güzel gözüküyordu.



Ali planına uygun olarak, kibirli ve rakibini küçümseyen bir tavırla maça başladı: Ayakları yere dümdüz basıyor, elleri devasa bir motorun pistonları gibi bir ileri bir geri çalışıyordu. Her zamankinden daha yapılı vücuduyla, her hareketinden taşan yok edici edasıyla yenilmez gözüküyordu. O, bir zamanlar vücudu benzersiz şiirler yazarak uçan siyah bir kuştu. Şimdi ise ayakları yere değiyordu. Yıllar boyu dövüşmekten hırpalanan vücudu onu göklerden koparmıştı. Artık zaafları olduğunu hissediyordu. Dans günleri bitmiş, vahşi bir av mevsimi başlamıştı. Frazier; kafasını yukarıda tutup korumuyor, karşısındaki dev topun ağzında korkusuzca bekliyordu. Ali’nin iki silahı art arda, acımasızca gürlemeye başladı.

Frazier ilk rauntta birkaç kez sendeledi. Rakibi bütün şiddetiyle saldırmayı sürdürünce, ikinci raunt daha da çetin geçti. Ali’yi hava sokmakla görevli olan Bundini Brown çatallaşmış sesiyle bağırıyordu: “Sana artık Clay diyemeyecek!” Bundini’ye göre karşı tarafın yüreğine korku salmayı başaran boksör bu maçı kazanacaktı. Üçüncü rauntta Frazier iki defa sallandı; kafası sıcak ışıklara savrulup yüzünden terler uçuşurken, her an işi bitebilirmiş gibi gözüküyordu. Ali, Frazier’a kararlı yumruklar atmaya devam ediyor, yumruk atmadığı zamanlarda da sol kolunu rakibinin yüzüne dayıyordu. Hakem iki boksörün sarılmasına asla izin vermediğinden Ali’nin zaman geçirmek için sol koluyla Frazier’ın dengesini bozmaktan başka seçeneği yoktu.

Dördüncü rauntta bir değişimin kıvılcımı çaktı. Frazier ritmini bulunca homurtularla rakibine yaklaşıp orak misali yumruklarını saydırmaya başladı. Ali’nin köşesinden bir bağırış duyuldu: “Acıma ona şampiyon!” Ali hâlâ rakibini takip edebiliyordu. Frazier’ın kafasına öfkeli bir yumruk salladı. Ama aynı zamanda bir şeylerin değiştiğini de anlayabiliyordu. Frazier’a bir bakış atıp seslendi: “Sen aptalın tekisin!” Beşinci raundun tamamı Ali’nin köşesinde geçti. Frazier durmadan Ali’nin vücuduna çalışırken eldivenlerinden çıkan sesler gök gürültüsünü andırıyordu. Ali’nin antrenörü Angelo Dundee’nin sabrı taştı: “Çık artık şu sıçtığımın köşesinden!” Herbert Muhammed gergin gergin ellerini ovuşturup sodasından bir yudum aldıktan sonra avazı çıktığı kadar bağırdı: “Oyalanmayı kes!” Yoksa birazdan olacakları seziyorlar mıydı?



Joe Frazier’ı dövüşürken izlediğiniz her maçta beklediğiniz özel bir an vardır. O an, altıncı raunt için gongun çalmasıyla birlikte geldi. Birçok maçında bunu görebilirsiniz: Frazier’ın kalbi yediği yumruklar yüzünden güm güm atar, menzili darmadağın olur, kafası daireler çizmeye başlar. Öyle çaresiz ve perişan bir halde gözükür ki rakibi onu bitirdiğini zanneder, sonra bir bakarsınız ki her şey tersine dönmüş. Bu, bir kez daha yaşandı. Frazier onu muhteşem bir ağır sıkletçi yapan hiddetini gösterdi. Artık Ali’ye yakın duruyor, alışıldığı gibi rakibinin göğüs hizasında dövüşüyordu. Her zamanki kozu, şimşek hızındaki sol kroşesiyle kafaya çalışıyordu. Ölüm keskinliğindeki iki kroşesi, Ali’nin çenesiyle buluşurken Imelda Marcos dayanamayıp gözlerini yere indirdi. Devlet Başkanı, Ali yumrukları yedikçe sırtından bıçaklanıyormuş gibi irkiliyordu. Ali’nin ayakları yerden kesildi. Başı büyük beladaydı. Kaçacak bir yerinin kalmadığını o da anlamıştı.

Bir gün Muhammed Ali hakkında ne söylenirse söylensin cesaretinin olmadığını, yumruk yemekten korktuğunu kimse iddia edemez. Ali, Frazier’dan yediği onca yumruğun ardından, yedinci raundun sonunda rakibine şöyle seslendi: “Neden işinin bittiğini sanıyordum acaba Joe Frazier...” Joe cevap verdi: “Birisi seni kandırmış, yakışıklı çocuk.”

Frazier saldırmaya devam etti. 10’ncu raundun sonuna doğru, maç dengeye gelmiş durumdaydı. Ali’nin dövüşmeye hali kalmamış gibiydi. Boksun peygamberi, çarmıha gerilmeye razı gözüküyordu. Başını kaldırmakta zorlanıyor, kaldırdığında da gözlerinden bitkinliğin verdiği ıstırap okunuyordu. Köşesinden bağırışlar yükseliyordu: “Zorla kendini şampiyon!” Bundini gözlerinden yaşlar süzülürken bağırıyordu:  “Son bir kez zorla, son bir kez! Dünyanın sana ihtiyacı var şampiyon!” 11’nci rauntta Ali, Frazier’ın köşesine sıkıştı. Yumruk üstüne yumruk yiyen yüzü eriyor, ağzından tükürük damlaları uçuşuyordu. Bundini köşeden tüm gücüyle haykırdı: “Tanrım! Yardım et!”



Dünya o an korkuyla nefesini tuttu. Ama sonra Ali ne yaptıysa yaptı ve onu acımasızca eleştirenleri bile yanıltarak bir oğlan çocuğuyken erkeğe dönüştü. Sağ yumruğuyla Frazier’ı avlamaya başladı. Rakibinin ağzından kanlar sızıyordu. Şimdi de Frazier’ın yüzü dağılmaya başlamıştı. Suyun içinde kaybolan adaların gün yüzüne çıkması gibi, iki gözünün (özellikle de soldakinin) etrafında dev tepecikler oluşuyordu. Yumrukları gücünü kaybetmiş gibi gözüküyordu. “Tanrım!” diye feryat etti Angelo Dundee. “Şu herife bak. Gücü kalmadı şampiyon!”  Ali, 13 ve 14’ncü rauntta içindeki son kuvvetle saldırıya geçti. 13’ncü rauntta attığı bir yumrukla Frazier’ın kanlı ağızlığını basının bulunduğu bölüme uçurdu. Hemen ardından, sağıyla attığı bir yumrukla onu neredeyse ringin ortasına serecekti. Frazier artık çözülmüştü: Kafası yukarıda, gardı düşmüştü. Dundee 14’ncü raunt için Ali’yi ringe iterken şöyle dedi: “Artık avcunun içinde!” Kesinlikle öyleydi. Ali, sağıyla attığı üst üste dokuz yumrukla Frazier’ı perişan etti. Filipinli hakem yardım etmese, Joe köşesine bile dönemeyecekti.

Menajeri Eddie Futch, Frazier’ın yanına geldi: “Joe, maçı durduracağım.”

Frazier yalvardı: “Hayır, Eddie, hayır. Bunu bana yapamazsın.” Dili öyle çok şişmişti ki söyledikleri zorlukla anlaşılıyordu. Yine de kalkmaya çalıştı.

Futch inatçıydı: “Son iki raunttur önünü göremiyorsun. 15’nci raunda kadar nasıl dayanacaksın?”

Frazier da inatçıydı: “Onu istiyorum patron.”

Futch elini Frazier’ın omzuna bastırdı: “Otur evlat. Bitti. Bugün burada yaptıklarını kimse unutmayacak.”


Gerçekten de unutulmazdı. Frazier, tanrıların oğluna bir kez daha hayatı zindan etmişti. Dövüşten sonra Futch şöyle dedi: “Ali akıllıca dövüştü. Enerjisini duruma göre saklayıp duruma göre kullandı. Tarzı sayesinde bunu yapmayı başarıyor. Bu bir anatomi meselesi: Bu iki adamı birbirinden sadece vücutları ayırıyor. Ali artık çok iri, bir de o uzun kolları ekleyince… Joe sürekli olarak baskı altında dövüşmek zorunda kalıyor. Böyle bir durumda insanın hem bedeni hem ruhu hırpalanıyor.”  Dundee de maçı şu sözlerle değerlendirdi: “Dövüşçüm her şeye dayandı ve tüm gücünü kullandı. Onun gibisi bir daha gelmeyecek.” Ali’nin sorulara cevap vermesi için biraz zaman geçmesi gerekti: “Bu sporun her şeyi olmaktan yoruldum. Artık başkaları dövüşsün. Ali bir daha ringe çıkmayabilir.”

Ertesi sabah, süitinde kısık bir sesle konuşuyordu Ali: “Eskiden şöyle bir hikaye duymuştum: Adamın biri, bir maratoncuya “Son kilometrelerde aklından ne geçiyor” diye sormuş. Maratoncu da “Kendime bunu neden yaptığımı soruyorum” demiş. Bu iş öyle yorucu ki… Zihinsel anlamda insanı bitiriyor. Ben de maç bittiğinde bunu düşünüyordum: Neden bu işi yapıyorum ki? Bu zebellah gibi adamın karşısında ne işim var? Gerçekten acı çekiyorum. Deli miyim, neyim. Her zaman ben, dövüştüğüm boksörleri en iyisini yapmaya zorlamışımdır. Şimdi bunu rahatlıkla söyleyebilirim: Joe Frazier beni en iyisini yapmaya zorladı. O gerçekten büyük bir adam. Tanrı onu korusun.”

Yazan: Mark Kram

Çeviren: Anıl Can Sedef & Niko Yenibayrak

Orijinal metin: http://www.si.com/boxing/2012/01/17/muhammad-ali-70th-kram

Sunuş yazısı için İnan Özdemir'e teşekkür ederiz.

8 Eylül 2014 Pazartesi

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler