Bizi Twitter'dan takip etmek için: @sotatercuman
Çeviri arşivimize ulaşmak için tıklayın.


Michael Jordan Has Not Left the Building

Çetrefilli bir zamanda yaşıyoruz. Gördüğümüz herkesi sorguluyor, insanların karanlık yüzüyle her zamankinden daha çabuk tanışıyoruz. Yakın tarihte güzel bir oyunun muhteşem oyuncuları olarak görülen sporcular artık kocaman bir merceğin altında yaşıyor. Kahramanlarımız birkaç günde büyüyor, birkaç günde ölüyor.   

Tüm bu karmaşanın ortasında 90'ların belki de en büyük efsanesi Michael Jordan apayrı bir yerde duruyor. O öyle bir efsane ki büyüklüğü bugün kolayca izlediğimiz yarım yamalak videolardan bile rahatlıkla anlaşılıyor. Önceki neslin kahramanı Jordan, bugünkü çocukların akıllarının bir yerinde bile insan üstü bir ışıkla parlıyor. Wright Thompson'ın Jordan'la 50'nci yaşının arifesinde geçirdiği birkaç günden sonra kaleme aldığı bu yazı, yakın tarihin en gösterişli spor kahramanını kendisinin ve yakın çevresinin sözleriyle yeniden anlatıyor. Majesteleri günah çıkarıyor, bir roman kahramanı gibi sizinle en mahrem sırlarını paylaşıyor.

Keyifli okumalar...
_______________________________________________

Birazdan okuyacağınız yazı, 17 Şubat 2013 tarihinde ESPN'de yayınlanmıştır.


Michael Jordan 50’nci yaş gününe beş hafta kala Charlotte şehir merkezindeki bir otoparka bakan ofisinde oturuyor. Önünde duran telefon takas teklifleri ve sponsorluklarla ilgili öneriler yüzünden sürekli çalıyor. Rakiplerinden biri en iyi oyuncularını bir hiç karşılığında takas etmenin peşinde. Jordan sinirleniyor. Elinde bir Küba purosu var. Burada sigara içmek sadece ona serbest.

Gülerek “Yasak falan umurumda değil. Binanın sahibi benim zaten” diyor.

Jordan, Mister Terrible adlı 47 metrelik yatta yaptığı tatilden yeni dönmüş. Orada kavuştuğu rahatlığın azaldığını hissediyor. İçine kapanıp, hem en zararlı hem en değerli özellikleriyle baş başa kalıyor. Eleştirileri, onu küçümseyenleri aklından geçirip kendini yiyor: Tarihin en düşük galibiyet oranı, takım kurmayı bilmiyor, ihmalkâr bir takım sahibi. Kendisi hakkında yazılanları mutlaka okuyor. Ekibinin hazırladığı kupürleri okumak onu ateşliyor. İnsanların hakkında söylediği şeylerden daima haberdar. Bunları öğrenebilmek için bir bağımlı gibi yanıp tutuşuyor. 

Jordan’ın etrafındayken, kanının kaynadığını hissedebiliyorsunuz. Air Jordan orada bir yerlerde, zincirlerini kırmaya çalışıyor sanki. Durmadan eski benliğinizin hayaletiyle dövüşüp durmak garip bir his olsa gerek.
*

Purosunun dumanı bukleler çiziyor. Üzerinde pantolon ve düz beyaz bir gömlek var. Gömleğinin kollarına isminin baş harfleri beyazla işlenmiş, neredeyse gözükmüyor. Kemerine astığı kimliği onu tanımayanlara yardımcı olabilir. Önceki hayatında bir nesle ilham vermiş, başarısız bir takım sahibi: Michael Jordan. 



80’ler ve 90’larda çocuk olmuş birisi Michael Jordan’ın 50 yaşına geldiğini fark ettiğinde tüyleri ürperiyor. Bunca yıl ne zaman geçip gitti? Jordan da inanmakta ve itiraf etmekte zorluk çekiyor. Ama bugün birkaç şey itiraf etmeye hazır. Yüzünde hafif bir tebessüm, ne kadarını kaldırabileceğini tartıyor.

Parmaklarıyla kara ağaçtan yapılma masasına vururken şöyle diyor: “Ben… Ben her zaman genç öleceğimi düşünmüştüm."

Bu fikri çoğu insandan saklamış. Kaderci bir takıntının imajına uymayacağını düşünmüş. Biraz da garip bir düşünce elbette… Bundan bahsetmeye kalktığında annesi hep kızmış. Jordan, yaşlı olmanın nasıl bir şey olacağını hayal edemiyor. Böyle güçlü ve genç biri, yavaş yavaş erimektense ölümü tercih ediyor. Evrenin onu almasıyla bir derdi yok, sadece yaşlılığının getireceği o zafiyetleri ve başarısızlığı hazmedemiyor. Trajik bir tesadüfün canını alması onun için sorun değil. Yeter ki romatizma ya da katarakt gibi saçmalıklar başını ağrıtmasın.

Aynı gece, mutfakta dikilip televizyon izlemek için gözlerini kısarken, arkadaşı Quinn Buckner o halini yakaladı.

“Sana bir gözlük lazım” dedi.

Jordan “Görebiliyorum” diye yanıtladı.

“Bana maval okuma. Zorlandığın çok belli.”

Jordan ısrar etti: “Ben görebiliyorum.”

Şehir merkezindeki geniş dairesinin televizyonu modern bir şöminenin içine yerleştirilmiş. Pencereler Charlotte’ın en işlek caddesi Tryon Street’e bakıyor. Masada Pahlmeyer Merlot şarabı açık. 

Buckner, Chicago’da yetişmiş eski bir point guard. Şu an ise Pacers’ın maçlarında yorumculuk yapıyor. Bugün Jordan’ın doğum günü ve iki arkadaş hayatındaki değişimler hakkında konuşuyorlar. Her şey bir anda oluvermiş gibi geliyor. Jordan bir geçiş dönemindeymiş gibi hissediyor. Chicago’daki evinden taşınmış ve bir hafta içinde Florida’da yeni bir yere geçecek. Nişanlanmış. Rekabet dürtüsü yüzünden kendi kendine verdiği zararlarla hesaplaşıyor. Kendine zor sorular soruyor. Nelere veda etmeli? Neyin planını yapmalı? Jordan’ı içine kapanmış görmek, dört yapraklı yonca bulmak kadar zor. Ama işte tam karşımda, kendini sorguluyor. Nişanlısı Yvette Prieto ve arkadaşı Laura mutfakta gülüşüyorlar. Jordan purosunu tekrar yakıyor.

“Dinle” diyor Buckner. “Hâlâ zamanın var.”

Lafı havada kalıyor.

Cümlesine devam ediyor sonra: “Vay be, elli oldun ha?”

Kafasını sallıyor.

Jordan kısık bir sesle cevap veriyor: “İnanabiliyor musun?” Sanki Buckner'dan çok kendiyle konuşuyor.

*

Jordan bir gün önce Chicago’ya uçtu. Sıklıkla gidip geldiği bir rotaydı bu. Ama bu seferki uçuşu hepsinden farklıydı. Gulfstream IV marka, spor ayakkabısı gibi gözüksün diye özel olarak boyanmış uçağı havalandı ve burnunu güneye çevirdi. MJ, 1984’te geldiği bu şehirde yaşamıyordu artık. Önceki birkaç ay toplanma ve hayatının ilk yarısını oluşturan her şeyi kutulara doldurma telaşıyla geçmişti. 

Jordan, 50 yıllık hayatında pek çok hissi tecrübe etmiş: Umut, öfke, hayal kırıklığı, mutluluk ve bunalım… Ama son zamanlarda, 30 yaşındaki halinin midesini bulandıracak bir duyguyu ilk kez hissediyor: Nostalji.

Toplanma ve eşyalarını gruplama işine boşanmasından sonra, yani birkaç yıl önce başlamış. Bir gece Chicago’daki köşkünde Estee Portnoy’la yere oturmuş. Portnoy onun iş ilişkilerini ve boşandığı günden bu yana kişisel hayatının büyük bölümünü yöneten kişi, sağ kolu. Saat gecenin biri... Jordan’ın kasalarından biri açılamıyor. O kasayı yıllardır açmamış ve şifresini bir türlü hatırlayamıyor. Bunu bir türlü kafasından atamadığı için diğer bütün işleri de bırakmış. 10 başarısız denemeden sonra kasa güvenlik amaçlı olarak kapanacak ve ancak patlatarak açılabilecek. Her zamanki şifrelerden hiçbiri işe yaramamış. Dokuz farklı deneme başarısız olunca, geriye bir şans kalmış. Jordan odaklanıp doğum günü olan 17 Şubat ve eski forma numaralarının bir kombinasyonunu yazmaya karar veriyor. Altı rakam tuşluyor: 9, 2, 1, 7, 4, 5. Tık. Kasa ardına kadar açılıyor, Jordan 1984’te aldığı Olimpiyat altın madalyasına uzanıyor. Madalya artık altın gibi gözükmüyor: Bozulmuş, değişmiş, adeta orijinalinin soluk bir versiyonu olmuş.



O dönemki anıları, hisleri geliyor aklına: “Çok saf duygulardı. 1984’te her şey çok temizdi. Hâlâ hayaller kuruyordum.” Olimpiyatlar sırasında Nike’la ilk ayakkabı anlaşması için görüşmeler yapıyormuş. Diğer atletlerle Olimpiyat rozetlerini takas ediyorlarmış. Sekiz yıl sonra dünya üzerindeki en ünlü kişi olarak Olimpiyatlar’a gittiğinde, Rüya Takım’ın Olimpiyat Köyü dışında kalma kararı yüzünden başkalarıyla rozet değiştiremeyeceği için üzülecek.

Jordan ona şimdi küçük gelen bir şort bulmuş. Air Jordan’ların ilk modeline denk gelmiş. Mağaraya benzeyen Nike dolabından 5000 çifte yakın ayakkabı çıkmış. Bazılarını saklamak, bazılarını arkadaşlarına vermek için işaretlediğini fark etmiş. Bir yerlerden Rüya Takım’da giydiği forma çıkmış. 

O sırada, çalışanlarından biri North Carolina’da üniversite öğrencisiyken yazdığı mektupları bulup sayfalarda göz gezdirdikçe, Jordan’ın o zamanlar ne kadar normal bir insan olduğunu görüp şaşırmış. Michael Jordan o yıllardan bu yana kazandığı onca şeye karşılık, mektuplardaki o kişiliği kaybetmiş. 

Mektuplardaki çocuk; zenginlik, şöhret ve baskıyla hissizleşmemiş. Ailesine notlarından, antrenmanlardan, yemekhanedeki yemeklerden bahsediyor. Parası her zaman az. Bir mektubun sonuna şöyle yazmış:

Not: Lütfen pul gönderin.

*

Jordan öfkeyle dolu bir buçuk gün boyunca Bulls’la kazandığı şampiyonluk yüzüklerinden ikisini kaybettiğini sanmış. No.3 ve No.5 ortada yok. Bağırıp çağırarak evin altını üstüne getirmiş: “Yüzüklerimi kim çaldı? No.5’i kim çaldı?”

“Resmen panikten deliye dönmüştüm” diyor şimdi.

Bulls son şampiyonluktan sonra altı yüzüğü birden koyabileceği özel bir kutu vermiş ama Jordan hiçbir zaman tamamını bir araya getirmemiş. Her yüzüğün evin başka bir yerinde olduğunu fark edince, hepsini o kutuya koymak aklına gelmiş. İki tanesini ortalıkta bir türlü bulamadığı için vasiyetinde hemen yapılacak küçük bir değişiklik bile planlamış: Kayıp yüzükler bulunursa kesinlikle satışa çıkarılmayıp ailesine iade edilecek. Anında yüzüklerin aynısından yaptırabilir ama onun için replikaların bir değerleri olmayacak ki. Kimseye yüzükleri kaybettiğini söylemese bile, kendisi onları kaybettiğini bilmeye devam edecek. Neyse ki, kayıp yüzükler bir hatıra odasında bulunmuş ve altılı tamamlanmış. Derin bir nefes alıp eşyalarını toplamaya devam etmiş.

Evinde çekilmiş eski videoları bulmuş Jordan. Çocuklarının küçüklüğünü tekrar izlemiş. Şimdi hepsi ya üniversitedeler ya da mezun olmuşlar. Beyzbol ekipmanlarının etrafına toz çökmüş. Onu en çok şaşırtan, etrafındaki her şeyin eskiden ona verdiği haz: “30 yaşındayken öyle hızlıydım ki… Karşılaştığım, dokunduğum şeyleri düşünmeye hiç vaktim yoktu. Şimdi geriye dönüp bunları tekrar bulduğumda, farklı farklı bir sürü düşünce aklıma hücum ediyor. Tanrım, bunu nasıl unuturum. İşte bu kadar hızlı yaşıyorduk. Şimdi yavaşlayıp bunların bana neler ifade ettiğini hatırlayabilirim. Bunu fark ettiğimde yaşlandığımı anladım.”



Gülüyor. Bu lafın orta yaş krizindeki bir adamın sözleri olduğunu o da biliyor. Jordan asla geri gelmeyecek günleri hayranlıkla hatırlıyor.

“Bu tip şeylere değer veriyorum” diyor. “Maziyi hatırlamayı seviyorum. En sık yaptığım şey, basketbol izlemek. Keşke şimdi basketbol oynuyor olsaydım. Şu an basketbola dönebilmek için her şeyimi veririm.”

Sonra da kendine soruyor: “Bunun yerine ne koyabilirim ki?”

Yine kendisi cevaplıyor: “Hiçbir şey koyamam. Bununla yaşamayı öğreniyorum.”

“Nasıl?”

“Bu bir süreç.”

*

Charlotte’da da geçmişe bakmaya devam ediyor. Jordan ve en iyi arkadaşı George Koehler, iPad’den haritayı açıp Jordan’ın Chicago’daki ilk evini arıyorlar.

George’un burada olmasının hikâyesi, Hollywood senaryolarını aratmıyor. Jordan, O’Hare Havalimanı’na ilk kez indiğinde Bulls’un kendisini almak için kimseyi göndermediğini fark etmiş. Hâlâ bir taşra çocuğu olduğu için gözü korkmuş, kafası karışmış. Genç bir limuzin şoförü onu görüp gideceği yere kadar bırakmış. O şoför, George ve o günden bu yana da birbirlerinden ayrılmamışlar. Zamanlarının çoğunu beraber geçiriyorlar. Jordan’ın Koehler’a güveni tam. Bu limuzin şoförünün telefonunda büyük olasılıkla gezegendeki tüm önemli sporcuların numarası var. Çünkü Jordan’ı bulmanın en etkili yolu, George’a ulaşmak.

“Nereye bakıyorsun” diyor George ve Jordan’a bir yeri gösteriyor.

“Essex Drive.” Jordan eskiden yaşadığı sokağı bulmuş. “Şuradaki McDonald’s’a gidip McRib alırdım. Şehre daha yeni gelmiştim.”

O evdeki güzel bodrum katını hatırlıyor. Takım arkadaşı ve komşusu Charles Oakley’i… Şimdi Bobcats’in basketbol operasyonlarını yöneten, bir başka eski Bulls forveti Rod Higgins’i… Bodrumdaki jakuziyi ve pingpong masasını... O masada saatlerce maç yapıp Whitney Houston’ın ilk albümünü tekrar tekrar dinlemelerini… Hepsini hatırlıyor.

Jordan, avukatı ve takım sorumlusu Curtis Polk’la geçen yıl Bobcats bench’inde otururken Polk’a Whitney Houston’ın ölümünü haber veren bir mesaj gelmiş. Haber, Jordan’ı kötü etkilemiş. Ama yakın arkadaş olduklarından falan değil. Bu haber Jordan için kendi ölümlülüğünün de işareti olmuş. 50’nci yaşıyla Essex Drive’daki pingpong masası arasındaki mesafeyi düşündürmüş ona.

George söylerken gülüyor: “O bodrumda çok savaş çıktı!”

“Ben ve Oak” diyor Jordan.

Higgins de bugün onlarla beraber. Haritaya bakıyor.

Jordan kafasını sallarken Rod’a sataşıyor: “Eskiden bu herifi bilardoda öldürürdüm.”

Higgins pek alınmıyor: “Ben başka türlü hatırlıyorum!”

MJ her zaman iddialı: “Öl ya da öldür. Kaybetmek zaten öldürür.”

Essex Drive’daki o evden bahsederken, herkesin yüzünde bir gölge beliriyor. James Jordan o bodrumu oğlu için yeniden tasarlamış. Bütün işi kendisi yapmış. Kendi başına yapabileceği şeyler için oğlunun cebinden para çıkmasına izin vermemiş. Michael o evde geçirdiği ilk kışta All-Star maçı için şehir dışındayken, evin boruları donmuş. Babası duvarları yıkıp boruları elleriyle değiştirmiş. İşi bittiğinde duvarı tekrar örüp boyamış. Oğlunun evini tamir etmek için iki hafta uğraşmış. James ve Mike… Bu evden bahsedildiği ilk andan itibaren, nostaljinin bu yöne gideceği belliydi.



Sevgili Anne ve Baba… Lütfen pul gönderin.

*

George Koehler sağ elindeki yüzüğe bakıyor. Bulls’un ilk şampiyonluk yüzüğü. Jordan, ailesine ve yakın arkadaşlarına yüzüklerin replikasını veriyor.

George, Jordan’a dönüyor: “Bu yüzüğü sürekli takıyorum. Sebebini sana anlattım mı?”

“Hayır” diye cevap veriyor Jordan.

“Babana söz vermiştim.”

George eskiden soyulma korkusuyla yüzüğü evden hiç çıkarmıyormuş. James ya da herkesin deyimiyle Pops, bir gün onu yakalamış: “Yüzüğün nerede? Oğlum o kadar parayı sen onu çekmeceye koy diye vermedi.”

Jordan gülümsüyor: “Sesi kulaklarımda.”

Pops, yüzük çalınırsa “Biz sana yenisini alırız” demiş George’a.

Jordan o kelimeyi vurguluyor: “Biz.”

Omuzlarını kaldırıp “Hoşuma gitti” diyor. “Tam da onun sözleri.”

Yine hatıralar geri geliyor: Öldürüldüğü gün, Pops’ın Chicago’ya gelmesi gerekiyormuş. Kendisini hava alanından alması için önceki gece George’u aramış. George ertesi gün O’Hare’de onu beklemiş ama Pops gelmemiş. Yarım saat geçtikten sonra Anne J’i, Deloris Jordan’ı aramış. O da “Biraz bekle” demiş, “Pops büyük olasılıkla uçağını kaçırmıştır.” Birkaç saat sonra Charlotte’tan gelen diğer uçak da inmiş. Pops o uçaktan da çıkmayınca George tekrar Anne J’i aramış. O da bir işinin çıktığını Pops’ın onu arayacağını söylemiş. 

Pops o aramayı asla yapamamış.

George boğazını temizleyip toplanıyor: “Şerefsiz. Beni ağlattı.”

Konuyu değiştirmeye çalışıyor. O, Jordan’ın her halini biliyor ve üzülmesini istemiyor. Çünkü üzülünce sessiz, çekingen ve içine kapanık birine dönüştüğünü biliyor.

Bir şaka yapıyor: “Bu yüzüğü kazanmak için kaç şut attım, haberiniz var mı?”

Jordan karşılık veriyor: “Kıçından terler aktı George, biliyoruz.”

Ama ne söylense fark etmez, Pops’ın hayaleti artık aramızda: “Nişanlımla tanışamadı. Çocuklarımın büyüdüğünü göremedi. 93’te öldü. Kızım Jasmine bir yaşındaydı; oğullarım Marcus üç ve Jeffrey beş…”

Bir soru geliyor: “Babanın varlığını en çok nerede hissediyorsun?”

Beş saniye geçiyor. Sonra 10… Sessizlik... Sandalyeye iyice yaslanıyor, bükülüyor, göbeğini ilk kez fark ediyorum. Dışarıda gökyüzü gri. Dişlerini birbirine sürtüyor. Ensesini kaşıyor. Aniden daha yaşlı biri oluyor, bakışları donuklaşıyor ve her halinden belli oluyor: Jordan’ın ona hediye ettiği iki şampiyonluk yüzüğü yüzünden soyulup öldürülmesinin üzerinden 20 yıl geçmiş olmasına rağmen, MJ babasını hâlâ özlüyor. Sonunda cevap veriyor.

Kafasıyla George’u işaret ederek: “Herhalde onunla birlikteyken” diyor.

Yerde Chicago’dan getirilmiş çerçeveli bir poster var. Boş bir salonun fotoğrafı bu. Sessiz ve karanlık manzarayı çıkış tünelinin açık kapılarından sızan parlak ışık aydınlatıyor. Jordan’ın asıl meselesi, kaybetmeyi kabullenebilmek: Yaşlanmayı, emekliliği, ölümü kabullenebilmek. Bu yolda yanında bir hayaletle o ışığa yürüyor. Elini Jordan’ın omzuna koymuş o hayalet, babasından başkası değil.



“Onunla beraber oturur, tüm gece kovboy filmleri izlerdik.”

Jordan hâlâ deli gibi o filmleri izliyor. Babası yanındaymış gibi hissetmek için bunu yaptığını anlamak çok kolay. Çalışanlarından biri “Gulfstream’de uçacağıma ekonomi sınıfında giderim daha iyi” diyor. Uçağının yolcuları kovalamaca ve çatışma gürültülerine saatlerce maruz kalıyor.

“İstediğin kovboy filmini söyle” diyor George. “Sana başını, ortasını ve sonunu anlatabilir.”

“Sürekli o tür filmleri seyrediyorum. Marshall Dillon’ı, hepsini izliyorum.”

George “Sanırım favori kovboy filmimiz aynı” diye araya giriyor.

Sonra saymaya başlıyor: “Outlaw Josey Wales.”

“En sevdiğim” diye onaylıyor Jordan.

George devam ediyor: “Two Mules…”

Jordan tamamlıyor: “… for Sister Sara.”

“Bir de Unforgiven’ı severim” diye bitiriyor George.

“Babam da o filme bayılırdı…”

*

Bu ürpertici nostaljinin tam karşısında Jordan’ın bıkmadan usanmadan biriktirdiği ve beslediği eleştiriler var. İstediği zaman egoist, kabadayı ve zalim olup gerçek bir puşta dönüşebiliyor. Muhteşemliğinin çirkin yüzü de bu. Darwin’in bahsettiği doğal seçilim baz alındığında, o gerçek bir katil. Karşısındakinin en zayıf noktasını hemen görüyor ve o noktaya tereddüt etmeden saldırıyor. Bulls’un şişman genel menajeri Jerry Krause takım otobüsüne bindiğinde, Jordan inek taklidi yapıyormuş. Takımı müzmin sakat Bill Cartwright’ı takas ettiğinde, ona Medikal Bill lakabını takmış. Bir antrenmanda Will Perdue’yu yumruklamış. Hatta Steve Kerr de o yumrukların tadına bakmış. Listede daha hangi isimler var, kim bilir… 

Meşhur hırsı henüz küçük yaşlardayken başlamış. Jordan, abisi Larry’nin babası tarafından daha çok sevildiğini düşünüp bu güvensizliği motivasyon aracı olarak kullanmış. Başarılı olursa babasından aynı sevgiyi talep edebileceğine inanmış. Bu duygu, sürekli içini yakmış.

Hayatı boyunca tek amacı; kendisine, çevresindekilere ve hatta tanımadığı insanlara kendini kanıtlamak olmuş. Bu, onu hem başarılı bir adam hem de hastalıklı bir obsesif yapmış. Kendini kanıtlama iştahı, mektuplardaki Chapel Hill’li çocuğun katili olmuş. Saldırma, yönetme ve kazanma isteği onu öldürmüş. Jordan biyografilerinin çoğunda onu anlatmak için kullanılan ortak kelime: Öfke. Jordan basketbolu bırakmış olsa da o öfke hâlâ içinde, o ateş hâlâ yanıyor. Bu yüzden golf sahalarında, blackjack masalarında rahatlamaya çalışıyor. Basketbol takımına bir sürü zaman ayırıp enerji harcıyor… Ve tam da bu yüzden, yeniden oynayabilmenin hayallerini kuruyor.

*


Jordan, Bobcats’in salonundaki locasında yenilgiyle sonuçlanacak başka bir maçın hava atışını bekliyor. Oyuncularından birinin rakiple konuşması yüzünden sinirleri bozuk. Bu gece maçı bench’te takip edecek. “Patronun gözü üstünüzde” mesajı vermek istiyor. Eskiden daha fazla maçı oradan izliyormuş ama ligin patronu David Stern hakemlere bağırması yüzünden birkaç kez arayınca bu alışkanlığı azaltmış. Bobcats’i çoğunlukla tek başına izliyor artık. Aslında iyi de yapıyor. Washington Wizards’ta yöneticiyken izlediği bir maçta takımın oyununa öyle çok sinirlenmiş ki önce birasını, sonra ofisindeki her şeyi televizyona fırlatmaya başlamış. Geçen 10 yıldan sonra, sadece bağırmakla yetiniyor.

Bir anda sesi duyuluyor: “Ben aşağı iniyorum.”

Locadan biri cevap veriyor: “Kibar ol.”

“Deneyeceğim” deyip çıkıyor.

*

Yakın çevresi çoğunlukla arka planda kalmayı seçiyor. Loca 27’de toplanmışlar. Bazısı yıllardır, bazısı bu işin başından bu yana burada çalışıyor. Estee Portnoy ve tabii ki George burada. Rod Higgins de yanlarında. Bobcats’in başkanı Fred Whitfield, North Carolina’dan eski bir arkadaşı… Hepsi gelip gidiyorlar. Jordan’ın dönmesini bekleyip zaman geçiriyorlar, işlerle ilgilenip anılar anlatıyorlar.

Jordan’ın bir sürü reklam filmi çektiği zamanlarda; o, sette işini yaparken güvenlik ekibi karavanda beklermiş. MJ özel aşçısı Linda’nın yaptığı tarçınlı çöreklerin hastasıymış. Linda da o çöreklerden her gün bir tepsi pişirip getiriyormuş. Jordan çekim zamanı geldiğinde güvenliklerin çöreklere baktığını görürse, kimsenin onları yememesi için her birinin üstüne tükürürmüş.

Bir başka anı: Jordan, 80’lerin sonunda Whitfield’ın ayakkabı dolabına bakmış ve yarısının Nike yarısının Puma’yla dolu olduğunu görmüş. Puma ayakkabıları salonun ortasına atıp mutfaktan getirdiği bir bıçakla lime lime etmiş. Sonra da Fred’e dönüp Nike’taki bağlantısı Howard White’ı aramasını söylemiş. Benzer bir olay, George’un da başına gelmiş. Bir gün New Balance’dan beğendiği bir çift ayakkabıyı almış ama Jordan onları ayağında görünce benzer bir sahne yaşanmış: Nike’tan Howard White’ı ara.

Whitfield durumu şöyle özetliyor: “Michael senden o sadakati talep eder.”

Portnoy ekliyor: “Gittiğimiz her yerde insanların ayakkabılarına bakıyor.”

“İlk baktığı şeydir” diyor Whitfield. “Her zaman önce ayağa...”

Portnoy’u da kendine benzetmiş: “Komik olan ne biliyor musunuz? Şimdi ben de aynısını yapıyorum.”

Whitfield gülüyor: “Ben de yapıyorum!”

Sonra Nike’tan bir grup ve Wieden + Kennedy reklam şirketinden bir ekip locaya geldi. Bu insanlar çevresindeyken, Jordan’ın çarpışan birçok evrenin merkezinde durduğunu açıkça görebiliyorsunuz. Nike’tayken, Bobcats’teyken, şirketindeyken etrafı daima düzinelerce çalışanla dolu. Birisi bu ortamda kimin patron olduğunu unutursa, özel güvenlik ekibinin deniz aşırı yolculuklar için belirlediği kod adlara bakması yeterli. Estee’ninki Venom. George’unki Butler (kâhya). Yvette’inki Harmony (uyum). Jordan’ın kod adı ise Yahweh. Bu kelime, İbranicede tanrı anlamına geliyor.

Jordan bulunduğu her odadaki, hatta tanıştığı her insanın hayatındaki en önemli insan olmaya alışkın. Gulfstream o ne zaman binerse o zaman havalanıyor. Las Vegas’tayken geç kalan bir arkadaşını bırakıp gitmiş, yakın zamanda da iki güvenlik görevlisi geç kalmanın bedelini ödemiş. Yıllardır George’u arkada bırakmaya çalışıyormuş ama bir türlü başaramıyor. 

Ne isterse onu, ne zaman isterse o zaman yapıyor. Nike’ın uçağıyla Çin’e yaptığı uzun yolculukta, uyku ilacı almış diğer yolcuları bile uyandırtmış. Işıkları yaktırıp müziğin sesini açmış. Bu, yazılı olmayan bir kural: Michael uyumuyorsa, kimse uyuyamaz. İnsanlar her isteğini yerine getirmek için etrafında pervane oluyor. Uçağının indiği her yerde bir araba onu bekliyor. Eli sıcak sudan soğuk suya girmiyor. Chicago’dayken arabalarına benzin almaktan sorumlu bir çalışanı bile varmış.  Kısa süre önce, Florida’dan ofisini arayıp kızgın bir sesle sormuş:

“Posta kodum neydi benim? Benzin alamıyorum.”

*

Florida’da Yvette Prieto’nun ailesiyle beraber zaman geçirirken, hızlı yaşantısı yüzünden kaybettiği aile hayatını bulmuş. Kimse basketbol izlemediğinden ona yaltaklanan olmamış. Adeta Wilmington’da büyüdüğü ortama geri dönmüş: Ev yemeğiyle donatılmış, güler yüzlü insanlarla dolu bir sofra. “Artık o sofra yok” diyor. “Ve geri getirmem de mümkün değil. Egom artık o kadar büyük ki bazı beklentilerim var. O zamanlar yoktu.”

Locadaki insanlar, Jordan'ın egosunu da, deli hallerini de, öfkesini de iyi biliyor. Bu konuda çoğu insandan daha tecrübeliler. George, Jordan’la kavgaları hakkında bir sürü şaka yapıyor. Ama bu insanlar Jordan’ı gerçekten tanıyor ve eğer dürüstlerse onu gerçekten seviyorlar. Ne kadar kibar bir insan olduğunu, Anneler Günü’nde şirketinde çalışan her anneye gül gönderdiğini, Bir Dilek Tut kampanyasıyla kendisini ziyarete gelen bir çocuğu gördüğünde nasıl duygulandığını, çocuklarının başarılarını gördükçe gururdan nasıl kabardığını görüyorlar. Onlar, Michael Jordan denen makinenin içinde yaşıyorlar. Şöhretin kuşatma altına aldığı hayatına birinci elden tanık oluyorlar. Bu kuşatmaya dayanmak için sert ve alaycı olması gerekiyor. İşte bu yüzden, Michael’ın herkesi korkutan hikâyeleri onlara komik geliyor. Onun aşırılıklarında yemeklere tüküren, kıyafetlerini kesen bir ergenin hamlığını görüyorlar.

Örneğin, arkadaşları o meşhur Hall of Fame konuşmasını izlediklerinde gülmüşler.

*

Jordan, Hall of Fame’e alınması şerefine yaptığı konuşmada büyük bir oyuncu olmasını sağlayan eleştirileri sayıp dökeli üç buçuk yıl oluyor. Bu üç buçuk yıl içinde o konuşma Jordan’ı “garip bir pesimist” ve “arayış içinde, kaybolmuş biri” olarak gören basketbol yazarlarının bir numaralı argümanı haline geldi. Tam olarak haksız sayılmazlar ama Jordan'ın söylediklerini sadece şişkin bir ego ve farkındalık yoksunluğunun işareti olarak görmek, bazı şeylerin göz ardı edilmesine sebep oluyor.

Tekrar izlerseniz fark edeceksiniz: O konuşma, MJ’in özel hayatında nasıl biri olduğunu da ortaya koyuyor: Komik, iğneleyici, kendinden emin, sarkastik ve rekabetçi. Jordan aynaya baktığında yetenekli bir atlet değil, sadece kaybetmeyi kabullenemeyen birini görüyor.


O konuşma için sahneye çıktığında kendini toplayıp sözlerine başlamadan önce sekiz-dokuz kez gözyaşlarını sildi. Burnunu çeke çeke “insanların, içindeki ateşe körükle gittiğini” söyledi. Sonra da ondan şüphe eden herkesi sıraladı, küçük ya da büyük tüm kusurlarını saydı. Kardeşlerinden başladı. Sırayla; liseden, kolejden ve NBA’den hiç kimseyi es geçmedi. Can düşmanı Jerry Krause’u da unutmadı tabii: “Onu buraya kim çağırdı bilmiyorum. Ben çağırmadım, ondan eminim.” Garipti, kabul. Ama şaşırtıcı biçimde dürüsttü de...

Eleştiriler arasında açıkça konuşulmasa da herkesin kafasında dolanan bir şey vardı: Jordan emekli bir sporcudan beklenen imaja uymuyordu. Ondan istenen biraz nostalji biraz da özeleştiriydi.  Bu duyguların filizlenip büyümesi için beş yıl beklenmişti. İnsanlar, kazanmak için sahada her şeyi yapan Jordan’ı değil, kazandıktan sonra yere kapanıp ağlayan Jordan’ı istiyordu. Hall of Fame konuşmalarını ilgi çekici kılan şey buydu. İdollerimizin aslında normal insanlar olduklarını görmek istiyorduk. Jordan o beklenen konuşmayı yapmadı. Nedeni basit ve çok açıktı. Kendini geçmişin parçası olarak görmüyordu ya da olaylara yeni bir açıdan bakmıyordu. O gece, nostaljik hissetmiyordu. Kariyerini sürüklemesini sağlayan öfke yok olmamıştı ve bu öfkeyle ne yapacağını bilmiyordu. Belki de en önemli şeyi konuşmasının sonunda söyledi ama bu detay unutulalı çok oluyor. 

Oyunun onun için ne anlama geldiğini anlattı. Basketbolu “rahatlamak ve huzur bulmak için saklandığı bir sığınak” olarak tanımladı. Basketbol sayesinde eksiksiz hissediyordu ve şimdi o da gitmişti.

“Bir gün,” dedi. “Bakmışsınız ki 50 yaşında oyuna geri dönmüşüm.”

Salonda kahkahalar yankılandı. Jordan ise kafasını şöyle bir çevirdi, kendisine meydan okunduğunda her zaman yaptığı gibi yan yan baktı ve dedi ki: “Bence gülmeyin.”

Herkes daha da yüksek sesle gülmeye başladı.

“Asla, asla dememeli.”

*

Jordan değişmeye çalışıyor, bunun için küçük adımlar atıyor. Birkaç yıldır sırf Yvette seviyor diye denize açılıyor.  Nişanlısı suya bayılıyor ama o nefret ediyor. İlk açılmalarında neredeyse deliye dönmüş. Son yolculuklarındaysa bu öfke artık çözülmüş: Bu bir zafer. Basketbol izlememiş. Her sabah gün doğumuyla beraber kalkıp balık tutmaya başlamış. Sabah sekizden itibaren arkadaşlarıyla Corona içip oltasına takılan sarıkanatları çekmiş. O balıklardan çok güzel suşiler yapmış. Tatilin nasıl geçti diyen bir arkadaşına şöyle cevap veriyor: “Yedim ve içtim. Yedim ve içtim. Yedim ve içtim.” Kasalar dolusu tekila şişesi eve dönene kadar boşalmış. Gel gör ki basketbolun yakınına geldiği anda eski dürtüleri tekrar uyanmaya başlamış.

Charlotte’da 98 hakkında düşünmeye başlıyor.

Denizde yaptığı tatilden döndükten sonra her sabah soluğu salonda alıyor. Yemek zamanı geldiğinde yiyip içmesi gerekenleri beslenme uzmanına danışıyor. Görünürdeki amacı, tatilde aldığı kiloları vermek. Tartıda yazan 118 canını sıkmış. Dokuz gün sonra 112 oluyor. Sağlıklı olmak, 50’nci yaş günü partisinde iyi gözükmek istediğini falan söylüyor. Ama aklındaki asıl hedef, 98’e inmek. Jordan’ın dünyasında çok tanıdık, çok tehlikeli bir sayı bu.

Onun basketbol oynama kilosu.


Yvette’in onu basketbol oynarken izlemediğini anlatırken “Beni 98 kiloyken görmedi” diyor. Ofisinde, genç bir adamken bacaklarını göğsüne doğru çekip sıçrayarak potaya uzandığı bir fotoğraf duruyor. Uçuyormuş gibi gözüküyor. Fotoğrafa bakarken yüzünde buruk bir gülümseme beliriyor.

“O zaman 98 kiloydum” diyor.

Hayal ettikleriyle bedeninin yapabildikleri arasındaki fark, her geçen yıl büyüyor. Eski bir Bulls maçını izleyip salona inerse egzersiz yaparken çılgına dönüyor. Bu korkutucu bir şey. Bobcats’te çalışan abisi Larry, bir gün antrenman sahasından gelen sıra dışı bir gürültü duymuş. Ofisinin camından kafasını uzattığında, Jordan’ın Bobcats’teki en iyi oyunculardan birini teke tekte perişan ettiğini görmüş. Yüzünde bir gülümsemeyle sonraki sabah Jordan'ın ofise kadar bile gelemediğini söylüyor Larry. Takımın soyunma odasında tedavi görüyormuş.

Larry yanına gidip “Bedelini ödüyorsun ha” demiş.

Jordan cevapsız bırakmamış: “O kadar da kötü değil.”

Bu tip şeyleri ölçmenin bir yolu yok ama Jordan’ın gezegendeki en rekabetçi insan olduğunu söylemek, abartı olmaz. Ancak bu rekabetçi hiddeti sınırlamasının zamanı geldi. iPad’inde Bejeweled oynuyor. 100’ncü seviyeyi geçmiş, Bejeweled Demigod unvanı kazanmış. Sudoku uzmanı olup bir oyunda Portnoy’dan 500 dolar kazanmış. Bahamalar’dayken birini Scrabble almaya gönderip otel odasında hem avukatını hem Portnoy’u yenmiş. Tıpkı bir zamanlar basketbol sahasında olduğu gibi, bütün kelimeleri aynı anda görebiliyor. “Kendimi durduramıyorum” diyor. “Bu bir bağımlılık. Yüksek hedeflere ulaşmak için özel bir güce sahip olmak istiyorsun. Sahip olduğun o gücü bir noktada geri vermen gerekiyor. Veremiyorsun. Bundan bir kurtulabilsem, rahat bir nefes alacağım.”



Bir zamanlar tüm dünya onun verdiği mücadeleleri ve kazandığı zaferleri izliyordu. Şimdi otel odasında arkadaşlarıyla basit bir çocuk oyunu oynuyor. İçindeki istek azalmıyor ama sahne ve rekabet giderek küçülüyor. İnsanlar basketbol sahasındaki hırsı sayesinde yıllarca ona hayran oldular. Şimdi bir konuşmada kendini tutamıyor diye onunla dalga geçmeye kalkıyorlar.

Bunlar onun sözleri: “Kendine güvenim her zaman direkt olarak oyuna bağlı oldu.” Basketbol yokken boşlukta hissediyor. Kafasındaki sorular bitmiyor: Kimim ben? Ne yapıyorum? Üçüncü kez emekli olduğundan bu yana, tam 10 yıldır olabildiğince basketboldan kaçıyor, uzak durup kendisine yeni meşgaleler yaratmak için uğraşıyor. Programı müsait olunca ofisini arayıp bir ay boyunca rahatsız edilmek istemediğini, golf oynayacağını söylüyor. Üç gün sonra yine telefon açıp uçağının gönderilmesini istiyor. Huzur bulamıyor. 98 sayısını kafasından atmak için Bobcats’le meşgul oluyor, saatlerce golf oynuyor, sponsor etkinliklerine koşuyor. Sonra bir gün teknesinden iniyor, zor durumdaki takımını görüyor. İçindeki rekabetçi his geri geliyor. Bu neredeyse kimyasal bir şey. Çalışmaya başlıyor ve kendi kendine soruyor: 50 yaşında basketbol oynayabilir miyim? Lebron’a karşı ne yapabilirim?

“Bu düşünceler beni yiyip bitiriyor. Kendime en büyük zararı veren, yine benim. Dürtülerime öyle fazla odaklanmışım ki bir kısmını hâlâ bırakamıyorum. Bununla yaşıyorum. Nasıl kurtulacağımı da bilmiyorum. Ve işte yine buradayım, oyunla bağımı koparamıyorum.”

Phil Jackson’dan öğrendiği şeyleri düşünüyor. Jackson onu her zaman anlamış ve iğnelemekten de asla çekinmemiş. Oyuncularına kitaplar dağıttığı başka bir günde ona kumarla ilgili bir kitap vermiş. Bugün Jordan’a bir zen aydınlanması gerekiyor. Önünde yeni bir mücadele var: Kendini bulmak için kendinde kaybolmalı.

Ne zaman oyuna dönme meselesine kafayı taksa, uyumaya çalışıyor. Uyandığında işlerin düzeleceğini biliyor. 98 kiloya düşemeyeceğini biliyor. Bir daha asla profesyonel basketbol oynayamayacağını, bu dürtüleri bir şekilde susturmak zorunda olduğunu, kurmak için canını dişine takıp çalıştığı bu hayatı yaşamanın bir yolunu bulması gerektiğini, rahatta durma zamanının geldiğini biliyor.

Telefonu takas teklifleriyle meşgul olmaya devam ederken masasında oturuyor. Kendi kendine soruyor: “Böyle kendimi yiyip bitirmeye devam edersem gelecek 20 yılda nasıl mutlu olacağım? Basketboldan uzakta nasıl huzur bulabilirim?”

*

Şimdi evinde. 

Çatı katına çıkıyor. Gizlenmemiş borular ve mutfak tezgâhının parlak görüntüsü, ortama karanlık ve modern bir hava vermiş. Sol tarafta bir bilardo masası var, kül tablaları odanın her tarafına saçılmış. Bobcats-Celtics maçının hava atışına bir saat kalmış. Jordan maçı en sevdiği koltuğundan izleyecek.

Dairenin arka tarafına doğru sesleniyor: “Neredesin?”

Yvette’in neşeli ve berrak sesi duyuluyor:

“Merhaba hayatım. Burada, arkadayım.



Yvette 34 yaşında. Geçmişte bir hastanede çalışmış ve emlak işi yapmış. Jordan’ın uzun zaman önce kaybettiği ev hayatı, onun en mutlu olduğu ortam. Jordan’ın danışmanı Estee Portnoy geçen yıl her zaman olduğu gibi doğum gününde patronundan bir hediye almış. Onu hediye değil, yanında gelen kart şaşırtmış. Böyle bir şey 16 yıldır ilk kez oluyormuş. Uzun süre sonra normal bir davranışla karşılaşmak onu güldürmüş.  Çünkü Yvette her normal insanın yaptığı gibi, gidip bir doğum günü kartı almış. Bu işle ilgilenmesi için bir çalışanını görevlendirmemiş.

Jordan, Yvette için yaptığı her değişikliği, üniversitedeyken ailesine mektuplar yazan o çocuğa ait parçaları içinde bir yerlerde yeniden bulmak umuduyla yapıyor. İki yıl önce Yvette’le beraber, eyaletin değişik yerlerine dağılmış aile üyelerini ziyarete gitmişler. Yvette; Jordan’ın büyüdüğü yeri, Wilmington’ı görmek için başının etini yiyip durmuş. Çoğu insan gibi o da Jordan’ı büyürken hayal etmekte zorlanıyormuş. Anne ve babasından pul göndermelerini isteyen Mike Jordan’la tanışmak istiyormuş. Jordan bunun için gereken yedi saatlik yolculuğa katlanmayı hiç istememesine rağmen, sonunda pes etmiş. “Kadınların ikna kabiliyetleri gerçekten inanılmaz. 10 yıl önce olsa tüm gün kavga ederdik. Ben hep haklı çıkardım. Şimdiki halime karşıysa hep o kazanıyor. Değiştim.’’

Bu gece yemeği dışardan söyleyecekler. Yvette ve Laura da salatayı yapacak. Tüm arkadaşlar sofranın etrafında toplanıyor. Mekânda kahkaha sesleri yankılanıyor. Hep birlikte marul yıkıyorlar. Atmosfer çok sakin ve mutlu. Jordan, Buckner’ın tüm şarabı içmesinden tatlı tatlı şikâyet ediyor. George, pahalı bir şarabı içinde pipetle Quinn’e getirince Yvette gülme krizine giriyor. Uçarı kahkahalarına bakılırsa, bu şakayı beraber düşünmüşler.

Bu kadın, Jordan’ı yeni şeyler yapmaya zorluyor. Birlikte yaşayacakları Florida’daki evin inşası bitmek üzere. Ekibi, Jordan’ın golf kulübüne “huzurevi” diyor. Onun kocaman yemyeşil bir oturma odasındaki dev bir kanepeye uzanıp rahatladığını hayal etmek, hoşlarına gidiyor. Huzur bulmasını istiyorlar.

Bu gece huzur bulmuş gibi. En azından bir süreliğine…

Yvette, Jordan’dan rica ediyor: “Bebeğim, bize şarap getirebilir misin?”

Jordan şarap mahzenine gidip en sevdiği şaraplardan biriyle döndü. Mantarı kolayca açtı. Kadehleri dizdikten sonra, hepsine şarap doldurup konuklarına tek tek uzattı.

*

Sonraki yedi saat boyunca ise ardı ardına basketbol maçları izledi. İçine kapandı, orada bir yerlerde fırtınalar koptu. Öfke patlamaları, önce bağırışlarla sonra sessiz bir sinirle kendini gösterdi. 

Jordan ofisten eve geldiğinde sıradan bir iş adamıydı, televizyon karşısına  geçince ateşler içinde yanan bir kahramana dönüştü. O ateşi yakan kıvılcım, SportsCenter programındaki bir tartışma yüzünden çaktı. Tartışmanın konusu cevaplanması imkânsız, neredeyse gülünç o klasik sorulardan biriydi: Hangisi daha iyi bir quarterback? Joe Montana mı, Tom Brady mi?

MJ oturduğu koltukta bacaklarını gerdirdi. Televizyondaki yorumculardan biri “Brady daha iyi” deyince acı acı güldü.

“Tabii ki Brady diyecekler. Çünkü Montana’yı hatırlamıyorlar bile. İnanılmaz, değil mi?”

Yaşlanmak, bir şeylerin azalması anlamına geliyor. Ancak azalanlar sadece görüş mesafesi ya da esneklikten ibaret değil. Gençken elden ettiğiniz başarılarınız da kendi gözünüzde veya kültürel unutkanlık yüzünden başkalarının gözünde küçülüyor. 

Birçok insan tanınmadan yaşar. Büyür ve ölür. Varlıklarına dair tüm izler yok olup gider. Herkes unutulur, bazıları için bu daha yavaş olur ama eninde sonunda herkesin başına gelir. Fakat her nesilden bazı özel kişiler ün ve başarı piramidinin zirvesine çıkmayı başarıp bir mucizeyi gerçeğe dönüştürürler: Ölümsüzlük. Ve onlar bu mucizeye gerçekten inanırlar. 

Jordan ölümünden sonra bile insanlar tarafından hatırlanacağına emin. Burada tüm zamanların en iyi basketbolcusu yatıyor. Mezar taşında böyle yazacak. Sahaya son kez çıktığında yaptıklarının küçülebileceğini aklından bile geçirmemiş. Bu düşünceyi kendini yaşlılıktan korumak için hâlâ kullanıyor.

Bir efsane der ki,  Romalı bir general kazandığı savaştan sonra başkentin sokaklarında zafer geçidi yaparken; bir köle, arkadan yaklaşıp kulağına eğilmiş ve şöyle fısıldamış: “Şöhretin geçicidir.” Hiç kimse profesyonel sporculara bu gerçekten bahsetmiyor. 

Jordan sahaya son kez çıkışının ölümsüzlüğe en yakın durduğu an olduğunu bilmiyordu. Şimdi o an sembolik olarak ofisinin duvarında asılı ama yapmak için yıllarca çalışıp didindiği anıt gün be gün ufalanıyor, aşınıyor. Bunu belki şimdi fark ediyor. Belki de etmiyor. Ama Joe Montana’nın sporun zirvesindeki yeni nesil bir oyuncuyla karşılaştırılması gibi, günün birinde kendi resminin de Lebron James’le yan yana geleceğini ve kimin daha iyi olduğunun tartışılacağını anlaması gerekiyor.



Televizyondaki yorumcular soru hakkındaki internet anketinin sonuçlarını açıklıyor: 925.000 kişinin verdiği oylara göre bir eşitlik var. Oyların yüzde ellisi Montana, yüzde ellisi Brady diyor. Montana’nın bir kere bile Super Bowl kaybetmemiş olması ya da Brady’nin aksine büyük maçlarda her zaman harika bir performans göstermesi önemli değil. Büyüklük, miras gibi konular tartışıldığında, genç olan her zaman avantajlı. Zaman, şimdilik Brady’nin tarafında.

Jordan kafasını sallıyor.

“Bu sonuç hiç mantıklı değil.”

*

Jordan’ın şimdilerde en sevdiği oyun, bugünkü başarılarına onun döneminde de ulaşabilecek oyuncuları saymak. “Bizim dönem” sözünü tekrar tekrar söylüyor. Bugünkü oyuncuları en yüksek seviyede oynayamayacak kadar yumuşak, şımarık ve hazırlıksız buluyor. Bu onun için kişisel bir mesele. Çünkü sürekli olarak bu neslin oyuncularıyla karşılaştırılıyor ve bu oyuncular arasından seçtikleriyle başarılı bir takım kurması gerekiyor.

“Size bir ipucu vereyim” diyor. “Sadece dört oyuncu bulabildim.”

Listesi şöyle: Lebron, Kobe, Tim Duncan, Dirk Nowitzki. Seçimlerinin sebeplerini açıklarken Yvette yanımıza geliyor. Arkadaşlarıyla spor tartışan her erkeğin eşinin söylediği tonda soruyor: “Beyler, bir şey ister misiniz?”

Televizyondaki biri, Lebron’u Oscar Robertson’la kıyasladığında, Jordan sinirleniyor. Gözlerini deviriyor, boynunu kütürdetiyor, çok kızgın. “Bu kesinlikle…” Bir an kendini tutuyor: “Sorun şu ki hiç kimse iki tarafın karşı karşıya oynadığı rakipleri göz önüne almıyor. Oyunun nasıl oynadığı konusunda bildikleri…” Yine lafını tamamlayıp kendini tutuyor. “Bu adil bir karşılaştırma değil. Doğru değil. Lebron bizim dönemimizde başarılı olur muydu? Evet. Bugünkü kadar başarılı olur muydu? Hayır.”



Bobcats’in maçı başlıyor. Celtics, takımını perişan ediyor. Hakemler de iyi düdükler çalmıyor. Jordan oturuşunu düzeltiyor. Celtics’de bir sürü yıldız olduğu için düdüklerin kolay çıktığını düşünüyor.

“HADİ ORDAN!” diye bağırıyor.

“O düdüğü çalmaz” diyor Buckner. “Ama eskiden herkesten daha ayrıcalıklıydın tabii…”

Odaya sert bir sessizlik hâkim. Jordan’ın sesi düşüyor.

Hırlayarak “İnanmıyorum” diyor.

“Saçmalama” diye karşılık veriyor Buckner. “Bence kendinizi çok kaptırmamalısınız. Yani sen ve Larry…”

Jordan’ın umurunda değil. Kitlenmiş durumda.

Bağırıyor: “Bu bildiğin faul. Dediğimi görüyor musun? BU RESMEN FAUL!”

Dışarıda güzel bir gece var. Jordan balkona çıkıyor. Yedinci kattan, aşağıdaki işlek caddenin karmaşasına bakıyor. Televizyon sağ üst köşeden gözüküyor. Bir puro içiyor. Bobcats skoru eşitleyip tekrar geriye düşüyor.

Televizyona “Gerikoşgerikoşgerikoşgerikoş” diye bağırıyor. “Adamını bul. ADAMINI BUL. NEREYE GİDİYORSUN? TOPA ATLASANA!”

Takımı kaybedecek, o kaybedecek. Kanepede sessizce duruyor. Bitti. Bir dakika boyunca konuşmayıp ardından bir şeyler geveliyor. Sonra tekrar susuyor.

Heat-Jazz maçına geçiyor. Yayın sırasında sorulan bir bilgi sorusunun cevabı kendisi. Burası o meşhur şutu attığı salon. Şutu çıkardığı yeri gösteriyor. O maçın sonunda ne kadar yorgun hissettiğini hâlâ hatırlıyor. Cep telefonu göğsünde duruyor. Bacaklarını önündeki sehpaya uzatmış.

Aklına bir soru geliyor: “Bird neler yapıyor?”

Buckner cevaplıyor: “Napoli’ye gitti.”

“Her gün golf mü oynuyor?”

Buckner “Sıkılmış” diye yanıtlıyor.

“Yeniden başlayacak mıymış?”

“Kesin başlar. Öyle bir şey demedi ama ben onu bilirim.”

Spikerler Lebron’u övüyor. Onu Jordan’la aynı cümlede andıkları sırada, MJ her kelimeyi duyuyor. Bu kelimeler onu etkiliyor. Televizyona dikkatle bakıp Lebron’un oyununu inceliyor.

“Onu inceliyorum” diyor.

Lebron sağına gittiğinde genelde potaya gidiyor. Soluna gittiğinde ise şut atıyor. Vücut mekaniğiyle, topu elinden çıkarmasıyla ilgili bir durum. “Onu savunmam gerekse 10 pozisyonun dokuzunda sola doğru iterim. Böylece şut atar. Sağa giderse potaya yüklenir. Onu durdurmam imkansız. Sağa gitmesine izin veremem.”

Maçın kalanında Lebron topu ne zaman eline alsa, Jordan “penetre” ya da “şut” diyerek tahminde bulunuyor. Sadece Lebron’u değil, neredeyse her şeyi görüyor. Hakemlerin kaçırdığı faulleri yakaladığında tekrar görüntüleri onu haklı çıkarıyor. Birisi şut attığında girip girmeyeceğini anında anlıyor. Oyuncuların yapacağı şeyleri önceden tahmin ediyor. Oyunun akışına sahadaki bazı oyunculardan daha çok hâkim. Bir mesaja cevap verdiği sırada, spiker Lebron’un şut attığını söyleyince kafasını kaldırmadan soruyor: “Sol mu?”

*

Isıtıcı sayesinde veranda soğuk değil. Geçen saatlerle beraber Bobcats’in mağlubiyetinin etkileri de azalıyor. Kimse konuşmuyor. George, iPad’de Bejeweled oynuyor. Ortam basketbol gürültüsüyle dolu: Korna çalıyor, spor ayakkabıları gıcırdıyor, pota metalik bir sesle çınlıyor…  Bunlar Jordan’ın gençliğinin sesleri.

Ağzında bir puro var. Arada bir sönünce tekrar yakıyor. Bütan alevinin gürültüsü sessizliği bozuyor. Çakmağın alevi üç farklı pencereye yansıyor. Jordan’ın yüzünde gölgeler oynaşıyor. Asla açıkça söylemiyor ama kafasının içinde basketbol oynuyor gibi. Yine öfkesini bir amaç doğrultusunda kullanıyor. Nasıl oynaması gerektiğini hâlâ biliyor. Bedeni ona ihanet etmese, zamanı durdurabilse, 98 kiloya inebilse Lebron’a kelepçeyi takabilirdi.

*

George uyumaya gidiyor. Bir saat sonra gecenin son maçı da bitiyor. Buckner veda edip asansörle aşağı iniyor. Yvette ve arkadaşı Laura çoktan dairenin arka tarafına gitmişler.


Jordan şimdi tek başına.

Tek başına olmaktan nefret ediyor. Tek başına olmak, sessizlik anlamına geliyor ve sessizliği sevmiyor. Gürültü olmadan uyuyamıyor. Uyku, onun için her zaman sorun olmuş. Geç saatlere kadar oynadığı kart oyunları, playoff sırasında yapılan kumarhane ziyaretleri… Hepsi yanlış anlaşılmış. Onlar bir hastalığın belirtisi değil tedavisiymiş. Oyalanmasını, kendini korumasını sağlamışlar. 27 yaşında doktora uykusuzluk şikâyetiyle gidene kadar, alkol kullanmamış bile. Doktor "Maçlardan sonra birkaç bira iç, sinirlerini gevşetir" demiş.


*

Ev karanlık. Saat neredeyse gecenin biri. Evin ses ve görüntü sistemini kontrol eden iPad uygulamasını açıyor. Her gece yaptığını bu gece de tekrarlıyor: Yatak odasındaki televizyonda kovboy filmleri gösteren TV kanalını açıyor. Kovboy filmleri odadaki karanlığı, sessizliği kırıyor, dinlenmesini sağlıyorlar. 

Tıpkı eski günlerdeki gibi, o ve Pops beraberler. Jordan yatağına uzanıyor. Ekrandaki film, Unforgiven. Her sahneyi ezbere biliyor, bardaki çatışma sahnesinden önce uyuyakalıyor.

15 Eylül 2014 Pazartesi

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler