Bizi Twitter'dan takip etmek için: @sotatercuman
Çeviri arşivimize ulaşmak için tıklayın.


Lance Armstrong: Doping, Yalanlar ve Ben


Birazdan okuyacağınız yazı, 4 Kasım 2012 tarihimde The Sunday Times Magazine'de yayınlanmıştır.

Lance Armstrong 1999'da ilk Tour de France zaferini kazandığında, David Walsh Sunday Times gazetesinde yazdığı yazıyla yarışı büyük bir endişeyle takip ettiğini belirtmişti. Armstrong'un kanserle verdiği mücadeleyi kazanmasından sadece üç yıl sonra gösterdiği büyük yükseliş Walsh'a pek de mantıklı gözükmemişti. Walsh, Armstrong'un zaferlerini sorgulamadan övmeye başlayan gazeteci ordusuna katılmak yerine otoriteleri Tour de France'ı soruşturmaya çağırdığında, tarih Temmuz 1999'du. Büyük bir kampanyanın ilk adımları olan bu çağrılar sayesinde, Amerikalı bisikletçi bugünlerde adalete hesap veriyor; bisiklet sporu dopingle uzun süreli ilişkisini sonlandırmak için çalışmalar yapıyor.

Geçen 13 yılın ardından, Birleşik Devletler Anti-Doping Birliği'nin (USADA) yaptığı soruşturma Armstrong'un yedi Tour zaferini kaybetmesine sebep oldu. USADA'nın hazırladığı iddianamede Texaslı sporcu ve takım arkadaşları aleyhinde 1000 sayfadan fazla  delil vardı. Büyük sponsorlar, Armstrong'la ilişkisini sonlandırdı. Amerikalı emekli sporcu, kanser farkındalığına ilişkin projelerin skandaldan etkilenmemesi için Lance Armstrong Derneği'nin -şimdiki ismi Livestrong Derneği- başkanlığından da istifa etti.

_________________________________________________________________________________

Puslu bir Pazartesi gününün öğleden sonrası, saat 3:30, M25 yolunun sonundaki Starbucks'da çalmak üzere olan telefonuma bakıyorum. Bir türlü susmuyor. Susmayacak. Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Fransa, ABD, İrlanda, Hollanda, Belçika ve evime daha yakın birçok ülkeden aynı soru geliyor: "Bugün çıkan haberler ve Lance Armstrong'la ilgili bir röportaj vermek ister misiniz?" Hayır, hayır, hayır, evet, hayır, hayır, hayır, hayır, evet, hayır, hayır, hayır, evet, hayır, hayır, hayır, hayır.

Röportaj tekliflerinin yedisi, BBC'den: Radio 4, Radio 5 live, Radio 2, BBC Radio Foyle, BBC Belfast, Newsnight, World Service. Bir zamanlar BBC'de Armstrong haberi çıkması, devenin hendek atlamasından bile daha zordu. Ama o gün, yani 22 Ekim 2012'de, Lance Armstrong bir zamanlar en sadık yoldaşı olan kurum Uluslararası Bisiklet Birliği (UCI) tarafından istenmeyen adam ilan edilip spordan uzaklaştırıldı. Birliğin başkanı Pat McQuaid'ın ifadesiyle yedi kez Tour de France'ı "kazanmış" Amerikalı bisikletçinin bu sporda yeri yoktu artık.

Armstrong Twitter'daki profilinden şu beş kelimeyi bizzat kaldırmak zorunda: "Yedi kez Tour de France şampiyonu." O, artık tarih oldu. Bisikletin gerçek bir spor gibi yapılmadığı bir dönemin sahtekarları, yalancıları, dopingçileri ve kabadayıları arasında çürüyüp gidecek. Oysa maskesi düşene dek bir kahramandı. USADA Başkanı Travis Tygart, Armstrong soruşturmasının ortaya çıkardıklarını ise şöyle tanımlayacaktı: "Spor tarihinin en büyük soygunuyla karşı karşıyayız."

Bu mesele, 13 yıldır hayatımın merkezindeydi. 1999 Tour'un Auvergne'den Saint-Flour'a doğru yola çıktığı etaptan, Armstrong'un bir sahtekar olduğunun kanıtlandığı ana dek, bu hiç değişmemişti.

O etabın başladığı sabah, doping karşıtı duruşu sebebiyle Monsieur Propre ( lakabıyla anılan Fransız bisikletçi Christophe Bassons Tour'da yarışmayı bırakmıştı, daha doğrusu Tour onu bıraktı desek daha doğru olur: Bassons, temiz yarışırken diğerleri kirliydi ama yarışı bırakması gereken, yine de o olmuştu. Onu köşeye sıkıştırdılar, aralarından kovaladılar.

Linç örgütünün başında Lance Armstrong vardı. Kafasında beyaz bir kapüşon, elinde de bir halat olsa tam olacaktı. Cellat rolünü oynamaya bayılıyordu. Önceki  etap Sestriere'deki finişten sonra Bassons'un peşine düştü: "Benimle İngilizce konuştu" demişti Bassons. "Ama dediklerini anladım. "Yettin artık. Bisiklete zarar veriyorsun. Evine dönsen iyi olur. Bu sporu bırak. Zaten önemsiz bir yarışçısın. S*ktir git."

Bu savaşta kimin yanında durmam gerektiğini çok iyi biliyordum.

Armstrong, ilk Tour de France şampiyonluğunu kazandığı gün, The Sunday Times'da çıkan yazımda şampiyon sporcuya methiyeler düzmek için biraz erken olabileceğini ima etmiştim: "Bir sporcunun alkışlanması gereken anlar vardır. Ama bazen o anlarda alkış tutmakta acele etmeyip bu başarının sorgulanması gerektiğini düşünmek de aynı biçimde gereklidir."

Birçok okur bu sözlere aldırış etmedi.

Edinburgh'lü Ed Tarwinski şöyle yazmıştı: "Tour de France yazıların beni hayal kırıklığına uğrattı. Okuyucularını şüphe, söylenti ve dedikoduya boğmanı anlayamıyorum." Armstrong'un zaferine verdiğimiz şüpheci reaksiyonu takdir eden bir tek kişi bile yoktu.

Ama Starbucks'da oturduğum şu an da hiç mutlu değilim. 17 yıl önce bisiklet sürerken öldürülen oğlum John yaşasaydı, bugün 30 yaşına basacaktı.  Cinayet gerçekleştiği sırada Rugby Dünya Kupası için Güney Afrika'ya yaptığım beş haftalık seyahatten dönüyordum, evime bir saat uzaklıktaydım. Daha 12 yaşındaydı. Önceki gün, Güney Afrika'nın Yeni Zelanda'yı yendiğini Rugby Dünya Kupası finalini izleyip maçı benim için bir kasede kaydetmiş, sonra da döndüğümde tekrar izlemek istediğimi bildiği diğer maç kasetlerinin yanına koymuştu.

Liverpool'u tutuyordu. O sabah oynadığı Gal futbolu maçından sonra bisikletle eve dönerken hayatını kaybetti. Maçtan sonra ikram edilen içecek ve sandviçler için sahada kalmalıydı aslında ama takımı maçı kaybettiğinden orada takılmak istememiş. O günden bu yana, doğum günü benim için ölüm yıldönümünden daha çok şey ifade ediyor. 12 yaşındaki çocuğunuzun 30 yaşında nasıl biri olabileceğini tasavvur etmek çok kederli bir şey olsa da... Anlayışlı dostlarımız, 17 yıldır bugün geldiğinde bize çiçek gönderiyor.

John özel bir çocuktu: Zekiydi, zordu, inatçıydı. Çevresini sorgular, asla yalan söylemez, kafasının dikine giderdi. O yedi yaşındayken, öğretmeni Bayan Twomey sınıfına Hz. İsa'nın doğuşunu anlatan hikayeyi okumuş: "Meryem, Yusuf ve küçük İsa, Nasıra'ya geri döndüler. Yusuf bir marangoz olduğu için sıradan bir hayat yaşadılar, aza kanaat ettiler."

Oğlum hikayenin sonundan memnun kalmadı. "Öğretmenim" diyerek sordu: "Meryem ve Yusuf fakir kaldı dediniz ama Üç Kral'dan aldıklara altınlara ne oldu o zaman?" Zavallı öğretmen bu hikayeyi 30 yıldan fazladır okuyordu. O güne kadar kimse altınlara ne olduğunu merak etmemişti: "John, dürüst olmak gerekirse" dedi kadın: "Bilmiyorum."

Bu olay, hiç aklımdan çıkmadı. Beni güldürdü, rahatlattı, hatta bana güven verdi. John dinlediği hikâyede bir tutarsızlık görüp gereken soruyu sormuştu. Yaşadığım hüzün ve bir türlü susmayan telefona rağmen, bu an hâlâ aklımdaydı ve bana hâlâ ilham veriyordu. Lance Armstrong efsanesinin tam da bugün kül olması, bana göre sadece bir tesadüftü.

Armstrong skandalıyla ilgili ilginç olan şuydu: 1999'da ilk zaferini kazandığı günlerde bile durumu anlamak için Sherlock Holmes olmaya gerek yoktu. Amerikalı bisikletçi, Alp Dağları'ndaki yokuştan Sestriere'deki finişe tereyağından kıl çekermiş gibi tırmanırken, basın bölümünde yarışı izleyen birçok gazeteci manalı manalı gülüyordu.

Gazetecilerin oluşturduğu kalabalıktan geçtiğim sırada L'Equipe'in başyazarı Philippe Bouvet'yle sohbet etmek için durdum (Philippe'in babası Albert eski profesyonel bisikletçiydi). Fransız gazeteci şöyle dedi: "Doping, eskiden beri bisikletin bir parçası. Son yıllarda yarışçılarının kanının kullanılmaya başlaması, rekabetin doğasını değiştirdi. Şu an izlediğimiz şey, bir spordan çok karikatüre benziyor. Doping, bisikleti öldürüyor." Başka bir Fransız gazetesi Le Monde'dan Benoit Hopquin, Armstrong'un numunesinde kortizon çıktığını ama olayın üstünün örtüldüğüne dair bir haber almıştı. Kortizon yasaklı bir maddeydi. Yarışçılar, sadece hasta olduklarında iyileşmek için ve özel bir izin alarak (TUE) bu maddeyi kullanabilirdi. Le Monde, Armstrong'un doping kontrol formuna ulaşmış, TUE'sinin olmadığını görmüştü. Haberi yayımladılar.

*

UCI, pozitif test iddialarını reddetti ve Armstrong'un selesi yüzünden yaşadığı bir sakatlık sebebiyle TUE'sinin olduğunu açıkladı. Hopquin, basın toplantısında izni alıp almadığını ve aldıysa, ne zaman aldığını sordu. Armstrong, sorulara gazeteciyi aşağılayarak karşılık verdi. Hopquin'e gazetesinin adıyla hitap etti: "Bay Le Monde, yalancı ya da dopingçi olduğumu mu iddia ediyorsunuz?"

Gerçek şu ki hem yalancıydı hem dopingçi. Ama o zamanlar maillot jaune'ü yani meşhur sarı mayoyu giyiyordu ve Hopquin'i korkutmuştu. Meslektaşım, Armstrong'a karşılık veremedi. Gazetecilerle dolu o salonda, bu konu hakkında başka bir sorusu olan kimse yoktu. Herkes soru sormak yerine Armstrong'un bir gazeteciyi susturmak için sergilediği otoriteye hayran hayran bakmakla meşguldü.

Armstrong'un Bassons ve Hopquin'e karşı gösterdiği kabadayı tavır, içindeki kibrin ifadesiydi. Saldırgan olması gerekiyordu. Çünkü  Fransız polis ve gümrük görevlileri geçen yıl Tour'u mercek altına almış ve neredeyse baktıkları her yerde kutular dolusu yasaklı madde bulmuştu. Tour de France organizatörleri skandalın yarattığı utancı unutturmak için 1999'daki yarışı "Yeniliğin Tour'u" ilan etmiş, bu arınma furyası, her zamanki gibi kısa sürede, coşkulu bisiklet seyircisini etkisi altına almıştı.

Yarış yöneticisi Jean-Marie Leblanc, Tour arifesinde 1998'deki doping skandalının daha parlak bir gelecek için insanlara ilham vereceğini söylüyordu. Dopingin azalmasıyla yarış yavaşlayacak, Tour de France'a tekrar güvenebilecektik. Ama nasıl olduysa, Armstrong sarı mayoyla Champ-Elysees'den geçmeden çok önce 1999'daki yarışın tarihin en hızlı Tour'u olacağını herkes biliyordu. İlk iki hafta boyunca tüm Fransız gazeteleri, her şeyden şüphe duyduklarını açıkça belli ettiler. L'Equipe her gün Armstrong'u inandırıcı bulmadığını anlatmak için yeni bir yol icat ediyordu. Onu "Uzaylı" diye tanımlamaları, kesinlikle bir övgü değildi. Ama L'Equipe'in  sahibi de, Tour'un sahibi de aynı kurumdu: ASO. Gazete muhabirlerinden Pierre Ballester'in Armstrong'a sorduğu sert soruların ardından Leblanc, L'Equipe'in bisiklet editörü Michel Rouet'yle bir görüşme yaptı.

Leblanc, Ballester'in yaptığı röportajın polis soruşturmasından bir farkı olmadığını düşünüyordu ve düşüncelerini Rouet'ye de iletti. L'Equipe, o konuşmanın ardından Armstrong'a karşı tavrını yumuşattı. Ancak Bouvet, Ballester ve Rouet'nin dopinge ilişkin görüşlerinde hiçbir değişiklik olmadı.

Leblanc, yarış daha Paris'e ulaşmadan Armstrong'un "Tour'u kurtardığını" açıkladı. Kanserden dönen kahramanın zafere giden yolculuğunu parlatmak uğruna muhalifler göz ardı edildi. Pozitif çıkan kortizon testi unutuldu, tarihin en hızlı Tour'undan bahsden yoktu. Christophe Bassons da çoktan tarih olmuştu. Ancak dinlemesini bilen kulaklar, gerçeği söyleyenleri duyabiliyordu.

İtalyan takımı Cantina Tollo'nun takım direktörü Vincenzo Santoni hüzünle başını sallayarak şöyle diyordu: "Umarım bisikleti içinde bulunduğu pislikten çıkarırız. Bunu başarana dek kazanmanın hiçbir anlamı olmayacak."

Kanserli kahraman hikayesine inananlar, Meryem'le Yusuf'un altınlarla ne yaptığını umursamayanlardı.

*

Armstrong'la daha o günlerden itibaren yakın bir ilişkimiz vardı. Altı yıl önce, yarıştığı ilk Tour'un ilk haftasında, Tour de France'ın Canterbury Hikayeleri olmasını planladığım bir kitap üzerinde çalışırken onunla bir röportaj yapmıştım. Onun anlattıkları Çaylak'ın Hikayesi olacaktı. Grenoble'daki bir otelin bahçesinde üç saate yakın sohbet ettik, iyi anlaştık. Karşımda Fransa'da yaşayan bir Texas'lı vardı. O kadar sıcakkanlıydı ki ona hemen ısınmamak imkansızdı. Amerikanlar'a özgü patavatsızlığını sevmeseniz bile hırsıyla insanı etkiliyordu: Onun önünde hiçbir şey duramayacaktı.

Sonraki üç Tour boyunca aldığı sonuçları takip ettim. Nasıl bir yarışçı olduğunu anlamak kolay oldu: Düz yollarda güçlü, kısa tırmanışlarda iyi, saate karşı ortalamaydı ve fizyolojik özellikleri yüzünden yüksek irtifadaki sert tırmanışlarda en iyilere ayak uydurması imkansızdı. 1996 yılının sonunda testis kanseri olduğunu öğrenene kadar katıldığı dört Tour'da aldığı en iyi derece 36'ncılık olmuştu.

İyileşip spora dönmesini umuyordum. Ama dönüp dağları hiç olmadığı kadar iyi tırmandığını görmek, hiç inandırıcı değildi. Bir kanser hastasının bu kadar başarılı olması başlarda The Sunday Times'da da bir heyecan yarattı ama ben şüphelerimle ilgili tezlerimi ortaya koyunca, gazete bu işin peşini bırakmamam için tam destek verdi. Armstrong'un ilk Tour zaferini kazandığı gün gazete şu manşetle çıkmıştı: "Kusurlu bir masal." Ben durumdan memnundum ama okurlarımız değildi.

Aldığımız 45 mektuptan sadece biri attığımız manşeti destekliyordu. Diğer 44 mektuptan Keith Miller'a ait olandaki ifadeler sinirime dokunmuştu: "Bence Armstrong'un zaferi muhteşemdi. Sporda ve hayatta kazanılmış büyük bir galibiyetti. Bence o hepimize iyi örnek oluyor. Ben spora, hayata ve insanlığa inanıyorum. Bazen her ne sebeple olursa olsun, bir şeylere inanmayı reddederiz. Bazen insan ruh kanseri olur. Ve bu, o insanla ilgili çok şey anlatır."

Bu ifade aklımdan çıkmıyordu: "Ruh kanseri."

2000 Tour de France için vakit gelip çattığında Armstrong tarafı beni baş belası olarak mimlemişti. Armstrong'un avukatı, menajeri ve arkadaşı Bill Stapleton ilk etabın ardından basın odasına geldi.

"David," dedi. "Seninle biraz konuşabilir miyiz? Ben, Bill Stapleton."

"Evet, Bill?"

"Bak, Lance hakkında yazdıklarını biliyoruz ve bence durumu yanlış anlıyorsun. Lance'e daha adil davranırsan ona ulaşman kolaylaşabilir. Diğer yandan, benzer şeyleri yazmayı sürdürürsen gerekli adımları atacağız."

"Bill, bu bir tehdit mi?"

Cevap verdi: "Evet."

Stapleton'ın söyledikleri beni ateşledi, gerçeği ispatlamak istiyordum. The Sunday Times bana verdiği desteği sürdürdü. 2000 Tour'un ardından atılan başlık şöyleydi: "Tekerlekli tıp artık mide bulandırıyor." Basın odasındaki sohbetimizden dersini almayan Stapleton, sonraki yıl Nisan ayında beni aradı: "David, sana Lance'le bire bir röportaj teklif ediyorum." Armstrong o zamanlar altın yumurtlayan tavuktu. İki kez Tour'u kazanmış, başarılı otobiyografisi Yaşama Çevrilen Pedal (It's not About the Bike) olay yaratmış, birçokları için bir kanser kahramanı ve umut ışığı olmuştu.

"Nerede ve ne zaman" diye sordum.

"Zamanın varsa bu hafta Fransa'ya gel, süren başladı."  

*

Doğu Fransa'daki St-Sylvain-d'Anjou köyünün yakınlarındaki Hotel La Fauvelai'de buluştuk. Yanında Stapleton da vardı.

O yaz doping suçlamaları yüzünden mahkemeye çıkacak olan Doktor Michele Ferrari'yi ziyaret edip etmediğini sordum.

"Onun yanına gidip bazı testler yapıp yapmadığımı ve bazı konularda ona danışıp danışmadığımı mı soruyorsun? Belki" dedi.

İtalyan polisi, iki ay sonra Armstrong'un Ferrari ziyaretlerinin dökümünü açıklayacaktı: Mart 1999'da iki gün, Mayıs 2000'de üç gün, Ağustos 2000'de iki gün, Eylül 2000'de bir gün, Nisan 2001'de üç gün. Durum, "belki'den" çok daha açıktı.

O röportajdan sonra Armstrong'un bir yalancı olduğunu söyleyen hislerimin doğruluğundan emin oldum. Haziran 2001'de The Sunday Times'da yayınlanan Armstrong'la ilgili araştırmamın başlığı şuydu: "Sele üstünde bir şüpheli." O araştırmada Yeni Zelandalı yarışçı Stephen Swart'un tanıklığının getirdiği kanıtları sundum. Armstrong'la 1995-96 Motorola takımında beraber pedal çevirmiş olan Swart, Amerikalı sporcunun doping programı kullanma konusunda kadrodaki en istekli isim olduğunu söylüyordu.

Ama o öğlen Hotel La Fauvelaie'den çıkarken, Armstrong'un kolay kolay yakalanmayacağından emindim. Şimdiden dünyayı umut dolu hikayesine inandırmayı başarmıştı. O hikayeyi korumak için ne gerekirse yapacaktı. Daha röportajın sonuna gelmeden sorularımın onu rahatsız ettiği belli oluyordu.

"Şüpheciler, karamsarlar, dar kafalılar her zaman olacaktır" demişti. Bu cümle bana karşılık vermek için seçtiği kelimelerdi. 2001 Tour'un arifesinde çıkan "Sele üstünde bir şüpheli" adlı araştırmamın son satırında haberle ilgili kendi düşüncelerimi belirtmiştim: "Alp d'Huez'in acımasız yokuşlarının ya da kamuoyundaki şüphenin yarattığı baskının ona boyun eğdirebileceğini düşünenler uzun, çok uzun bir süre daha bekleyecekler."

Armstrong hakkında soruşturma yapmanın en güzel tarafı, hiç rakibimin olmamasıydı. Dahası, meslektaşlarım bu konu hakkında bir şeyler duyar ama haber yapmak yerine bana getirirlerdi. Örneğin, Amerikalı bisiklet fotomuhabiri James Startt, Armstrong'la uzun süredir aynı takımda bulunan Frakie Andreu'nun eşi Betsy Andreu'yu tanıyordu.

Startt, Betsy'nin anlattığı türden bir hikayenin kendi ülkesinde pek ilgi çekmediğini fark etti. Bana kadının numarasını verdi. Ardından Londra merkezli bir gazetede çalışan başka bir bisiklet muhabiri Armstrong'un eski masözü Emma O'Reilly'nin sorularımı yanıtlamaya hazır olduğunu söyledi. Bu iki kadın, Armstrong dosyasının en önemli iki tanığı olacaklardı. Çünkü ilk kez onlar ve Swart direkt kanıtlar sunmaya razı oldular.

Betsy Andreu, testis kanseri olmasından önce Indiana Üniversitesi Hastanesi'ndeki kontrollere giren Armstrong'un performans yükseltici maddeler kullandığını itiraf etmesini kulaklarıyla duymuştu. Dediğine göre eşi Frankie, o zamanlar arkadaş olduğu Stephanie McIlvain, Armstrong'un antrenörü Chris Carmichael ve eski nişanlısı Paige ve Bill Stapleton da odadaki diğer kişilerdi. Frankie Andreu ve McIlvain, Betsy'nin söylediklerini doğruladı.

O'Reilly, US Postal takımına dopingle ilgili olanları ve olanlarda Armstrong'un üstlendiği rolü anlatmıştı. Neredeyse yedi saat konuştuk ve sohbetimizin dökümü 50.000 kelime tuttu. Sadece o konuşma bile Armstrong doping yapmasıyla ilgili kanıtlarla doluydu. O sıralarda Fransız gazeteci Pierre Ballester'le beraber bir kitap yazmaya karar verdik. Araştırmamızın ismi L.A. Confidentiel: les Secrets de Lance Armstrong (L.A'nın Öteki Yüzü: Lance Armstrong'un Sırları) oldu.

Birleşik Krallık'taki hiçbir yayıncı, ülkenin karalama kanunu yüzünden bu kitabı yayınlayamazdı. Armstrong, kitap çıkar çıkmaz yardımcı spor editörü Alan English'in L.A. Confidentiel'de yapılan suçlamalara ilişkin yazısı yüzünden The Sunday Times'a dava açtı.

Londra'daki hukukçuları olan Schillings, Britanya'daki her gazeteciye ve yayıncıya gözdağı veriyordu. L.A. Confidentiel'deki suçlamaları tekrarlayan herkes kendini mahkemede bulacaktı.

Avukatlar işin sadece hukuki kısmıyla ilgilenirken Armstrong kendisiyle uğraşanlara bizzat bulaşmaktan da çekinmiyordu.

15 Haziran 2001 günü Silver Spring, Maryland'de Discovery Channel'ın sporsonluğunu açıklamak için yapılan basın toplantısında O'Reilly'nin suçlamalarıyla ilgili sorular soruldu: "Emma başka sebepler yüzünden takımdan ayrıldı. Ve yaptığı şey ne kadar canice olursa olsun, ben ona onun yaptığı gibi karşılık vermeyeceğim. Takım içinde, yönetimle ve diğer yarışçılarla uygunsuz diyebileceğim bazı durumlar yaşadığını ve bu yüzden gönderildiğini biliyorum."

O'Reilly bir fiziksel terapi uzmanıydı. "Uygunsuz durumlar" ifadesi, Armstrong'un aklına durup dururken gelmemişti. Sözleri tamamen gerçek dışı ve mesnetsiz bir iddiaydı ve böyle bir şey iddia etmek için hiçbir kanıta ihtiyacının olmadığını gayet iyi biliyordu. Swart'un (yarışçıların kanındaki alyuvar sayısını artırmak için kullanılan, performans yükseltici bir hormon olan) EPO kullanımıyla ilgili söyledikleri sorulduğunda da suçlamalara cevap vermeden, Swart'un ailesiyle yaşadığı bazı sorunlar hakkında belli belirsiz bazı şeyler söyledi. Onun tarzı buydu.

Hollanda gazetesi De Telegraaf'a verdiği bir röportajda benim hakkımda konuştu ve bir kez daha çirkin imalara başvurdu. "Walsh tanıdığım en kötü gazeteci. Bazı gazeteciler sırf benle uğraşmak için yalan söylemekten, insanları tehdit etmekten ve hırsızlık yapmaktan çekinmiyor. Bütün bunlar sadece sansasyonel bir haber yapabilmek için. Etik, standartlar, değerler, doğruluk... Bu tür şeyler, Walsh gibiler için hiçbir anlam ifade etmiyor.

*

İki gün sonra, The Sunday Times'a Schillings'den bir mektup geldi: Armstrong'un asla performans yükseltici kullanmadığı hatırlatılıyor, bir kez daha tersini iddia etmeye cesaret edersek mahkemede hesap vereceğimiz konusunda ikaz ediliyorduk. Geri adım atmadık ve dava edildik. İki yıl boyunca duruşmalarla, açıklamalarla, tanıklarla, mahkeme celpleriyle boğuştuk. Kabus gibiydi. Hazırladığımız dosya, soru sorma hakkımız olduğunu belirtmemize rağmen Armstrong'un doping yaptığını ispatlama yükümlülüğümüz yüzünden yok edildi.  Emma O'Reilly ABD, Fransa ve Birleşik Krallık'tan gazetecilere bir açıklama yaptı: "Vatandaşı olduğum Britanya gerçekleri anlatamadığım tek yer. Daha doğrusu, anlatabilirim ama anlattığımda dava edilip kaybedeceğimi biliyorum. O yüzden burada gerçekleri anlatmayı bırakıyorum. Artık hiçbir şey söylemeyeceğim."

Britanya, Armstrong'un boş bir tehdit olmanın ötesine geçen iftira davaları açabildiği tek ülkeydi. O dönemki genel yayın yönetmenimiz Richard Caseby, davayı sonlandırmak için Armstrong'un avukatı Tim Herman'la görüşmeye gitmişti.

Herman o görüşmede şöyle demiş: "Richard, bu iddiaların devam etmesine izin vermemiz baştan itibaren imkansızdı: Lance politikaya atılacak."

Amerikalı yazar Daniel Coyle, 2004'ün başından itibaren 2005'te yayınlanacak bir kitap için araştırmalara başlamıştı. Lance Armstrong's War (Lance Armstrong'un Savaşı) adlı çalışma Coyle'ın US Postal takımının arasında geçirdiği bir yılı anlatıyordu. Kitap çok satanlar arasına girerek büyük bir başarı yakaladı. Ancak Coyle araştırma yaptığı bir yıl boyunca takımın doping odasına asla sokulmamıştı. O da bunu anlamış ve belki de bu yüzden bana gelmişti. Armstrong'un bir sahtekar olduğunu ortaya çıkarmak için yaptığım çalışmaları anlattığı bölüme bana gurur veren bir isim seçti: Şövalye.

Görüşmemiz sırasında oğlum John'u da sordu. Şöyle cevap verdim: "İnsanlar her çocuklarını aynı biçimde sevdiklerini söyler ama bence bu doğru değil. Hepsini çok seviyorsun ama farklı biçimlerde. Ve John'u bugüne kadar tanıdığım herkesten daha çok seviyordum."

John'la ilgili bir durumu olduğundan daha küçük göstermeyi asla başaramadım. Altı çocuğumuz daha var. John'un kız kardeşi Emily, John'un başına gelen şey aralarından başka birine olsa aynı şeyleri hissedeceğimi söylüyor.

Coyle kitabın sonlarına doğru Armstrong'a görüşme metninin taslak halini gösterdiği anı anlatıyordu:

"Peki..." diyor Armstrong ve devam ediyor: "Burada beni kızdıracak bir şey var mı ki?" Sözlerini bitirdikten sonra bana cevap fırsatı vermeden konuşmaya devam ediyor.

"Walsh'un söyledikleri gerçeğe dayansa, ona da sinirlenmezdim. Ona dünyanın tanıdığı, ödüllü gazeteci demeyi falan bırakın."

Armstrong'da kitapta yazanları özetledim. Walsh'un kararlı gözüktüğünü, merhum oğlunun anısının, en sevdiği çocuğunun ölümünün ona güç verdiğini söyledim.

Armstrong gözlerini kıstı. Birer birer parmaklarını kütürdetti.

"İnsan nasıl çocuklarından birini daha çok sevebilir ki? Bu herif şerefsizin biri. Benim üç çocuğum var... Nasıl "en sevdiğim çocuğum" diyebilirsin ki? Resmen delirmiş. Kusura bakma. Bu heriften nefret ediyorum. Küçük sürüngen..."

Sesi yükseldi. Konuyu değiştirmeye çalıştım artık çok geçti. Devam etti.

"Siktiğimin Walsh'u" dedi. "Siktiğimin sürüngeni."

Karşısındaki kanepede oturup onu izliyorum ama sanki orada değilmişim gibi konuşmaya devam ediyor. Sesi duvarlarda yankı yapıyor: "Sürüngen, insanları büyülüyor, yalancı." Bütün söyledikleri anlamsız bir gürültüye dönüşüyor ve kendimi susması için dua ederken buluyorum.

Armstrong telefonu kapattıktan sonra şöyle diyor: "Bak, şunu söylemeye çalışıyorum. Altı kez Tour'u kazandım. Masumiyetimi kanıtlamak için gittiğim her yerde yapabileceğim her şeyi yaptım. Bu sporun dışındaki şeylere yaptığım katkılar, başka bir spordan herhangi birisiyle karşılaştırılamaz. Pek çok alanda bu şehirdeki, bu eyaletteki, bu ülkedeki, bu dünyadaki insanların örnek alabileceği biri olmaya çalıştım. O insanlar David Walsh'un adını bile bilmiyor. Asla öğrenmeyecekler. 20 yıl sonra onu hiç kimse hatırlamayacak. Hiç kimse!"

Kitabın bu bölümünü okuduktan sonra Coyle'ı aradım. Armstrong'un oğlumla ilişkim hakkında atıp tuttuklarını okumanın beni yaraladığını söyledim. Coyle, Armstrong'un kitapta yazdığı şeylerden çok daha kötülerini söylediğini iletti. Ona "John'la ilgili hiçbir şeyi kitaba koymaman gerekirdi" dedim. Benden özür diledi ve samimi bir özür olduğuna adım gibi eminim.

Şu an, bugün Starbucks'ta oturduğum sırada, Armstrong sonunda çöktü. 22 Ekim'de, John'un doğum günüde. Betsy Andreu'yu aradım. Onu açtığı yolda gerçeğin peşine düşmüştüm. Ona bugünün John'un doğum günü olduğunu söyledim. Çok uzaklarda, Michigan'da olsa da üzüntümü paylaştığını hissettim.

Fısıldayarak cevap verdi: "Doğum gününde, sana verdiği küçük bir hediye."

Bu düşünce, biraz olsun içimi rahatlattı.


Yazı: David Walsh

Çeviri: Anıl Can Sedef & Niko Yenibayrak 

20 Ekim 2014 Pazartesi

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler