Bizi Twitter'dan takip etmek için: @sotatercuman
Çeviri arşivimize ulaşmak için tıklayın.


Jose Mourinho - The Telegraph Röportajı

Birazdan okuyacağınız röportaj, 9 Nisan 2015 tarihinde The Telegraph'ta yayınlamıştır


Chelsea menajeri Jose Mourinho sözlerine “Bence,” diyerek başlıyor. “Bir sorunum var: O da bu işe başladığım günden bu yana yaptığım her şeyde daha da iyiye gidiyor olmam. Pek çok farklı alanda evrim geçirdim. Oyunu daha iyi okuyor, maçlara daha iyi hazırlanıyor, daha iyi antrenman yaptırıyor, metodolojiyi daha iyi biliyorum. Giderek daha iyi olduğumu hissediyorum. Ama bir konu var ki onda değişebilmem mümkün değil: Medyanın karşısında asla ikiyüzlü davranamam.”

Mourinho istatistiksel açıdan dünya futbolunun en başarılı kulüp menajeri. Çalıştığı dört ülkenin tamamında şampiyonluklar yaşadı. İki kez Şampiyonlar Ligi’ni kazandı. Ama tüm bunlar başarılarının ancak yarısına denk geliyor. Mourinho dünya futbolunun kitleleri en fazla ikiye bölen figürü. Rakip taraftarları onun kadar gıcık etmeyi başarabilen bir teknik direktör daha yok. Hakemlere, federasyona dalaşıyor; sansasyonel basın toplantıları yapıyor, saha kenarında arbede çıkarıyor: Futbolu falan boşverin, tek başına Mourinho’yu izlemek bile kendi içinde bir spor sayılır.


Londra’nın güneyindeki mağara gibi bir stüdyodayız. Mourinho son iki saattir üzerinde spor giysiler, Jaguar marka bir arabaya bir inip bir binerek fotoğraflar çektiriyor. Şık ama kararlı bir gelenekçiliği var. Çekimin moda koordinatörü, kıyafetlerle pek ilgilenmediğini; modadan çok rahatlığa önem verdiğini söylüyor.

Gardrobunda da siyah, gri ve lacivert renkte kıyafetlerden oluşan monoton ve gösterişsiz bir giysi dağı var zaten. Mourinho turuncu renkli süveterler giyecek tarzda bir adam değil. Fotoğraf çekimiyle ilgili sorumluluklarını şikayet etmeden yerine getiriyor. Yüzünde resmî, ne gülen ne de somurtan, anlaşılmaz ve gizemli, ancak kendi isminden türetebileceğiniz bir sıfatla tanımlanabilecek Mourinho-esk bir ifade var. Yakınlardaki başka bir stüdyoda başka bir sponsor için fotoğraf çektiren Didier Drogba’nın stüdyoya dalarak yaptığı “photo-bomb” bile havasını bozamıyor.

Çekimin sonunda herkes bilgisayarın başına toplanmış fotoğraflara bakarken de gözler merakla Mourinho’nun kararını bekliyor: “Fena değil” diyor. Fena değil mi? Ne yani? Harika mı, berbat mı? Yoksa sadece “fena değil” mi? Anlamak imkansız.

Şimdi de stüdyonun kafeteryasındaki bir koltukta oturuyor. İngiliz ve Portekizli iki menajeri hemen yakınlarda. Önündeki masaya kekler, sandviçler ve bir şişe su konuyor ama hiçbirine elini sürmüyor.


Mourinho bu sabah da Cobham, Surrey’deki Chelsea tesislerindeydi. Ritüeli asla değişmiyor. Her sabah 7.30’da gelip ofisine giriyor, kapıyı kitliyor ve iki saat boyunca dışarı çıkmıyor. “Yalnız kalmaya ihtiyacım var. Futbol açısından pek yaşlı sayılmam. 52 yaşında olduğum düşünülürse, daha önümde 20 yıllık bir kariyer var. Ama ben kendimi bir “yaşlı kurt” olarak görüyorum. Hiçbir şey beni korkutmuyor, fazla endişelendirmiyor, bana öyle geliyor ki artık beni şaşırtacak bir şey olamaz. Duygularımı kontrol etmek konusunda çok çok stabilim ama düşünmek için de zamana ihtiyacım var. Bir oyuncunun sakatlığını ya da bir sonraki maçın taktiğini düşünerek gecenin köründe uykumdan uyanmak istemiyorum. Geriye dönüp bakmam, çıkabilecek sorunları öngörmem gerek. Bunun için de kendime zaman ayırmalıyım.”

Kendisi gibi Jose adındaki babası kalecilik yapmış. Portekiz formasını giyip milli olduğu tek maçın ardından antrenör olmaya karar vermiş. Genç Jose babasına maçlarda eşlik etmiş, saha kenarının yönetimine yardımcı olup babasının direktiflerini oyuncularına iletme görevini üstlenmiş. Kısa bir süre sonra kendisi de futbol oynamaya başlasa da Portekiz futbolunun ikinci kümesinde çelimsiz ve sıradan bir savunmacı olarak geçirdiği bir kariyerin ardından antrenörlüğe adım atma kararı almış. Önce Lisbon Teknik Üniversitesi’nde spor bilimi okumuş, sonra da öğretmenlik yapmış.

İlk işinde Down sendromlu ve zihinsel engelli çocuklara öğretmenlik yapmış. “Zor bir iş” olduğunu itiraf ediyor: “Teknik açıdan bu çocuklara yardımcı olacak kadar donanımlı değildim. Başarılı olmamın tek bir sebebi vardı: O da onlarla kurduğum duygusal ilişkiydi. O ilişki sayesinde küçük mucizeler yarattık. Şefkat, ilgi, empati... Hepsi bunlar sayesinde. Hayatı boyunca bir üst kata çıkmayı reddetmiş bir çocuk vardı. Bir başkası en basit hareketleri bile yapamıyordu. Karşımızda buna benzer pek çok farklı sorun vardı. Pek çoğunda yalnızca empatiden güç alarak başarılı olduk.”

“Ardından 16 yaşındaki çocuklara antrenörlük yapmaya başladım. Şimdi dünyanın en iyi oyuncularıyla çalışıyorum ve hepsiyle çalışmanın püf noktası aynı: Antrenörlükte önemli şey, teknik anlamda hazır olmak değil, karşınızdaki insanla kurduğunuz ilişki. Elbette bilgili olmak, analiz yeteneğine sahip olmak gerekli. Ama her şeyin merkezinde o kişisel ilişki, empati var ve bu sadece bireylerle değil, takımla da böyle. Takım içinde böyle bir ortam yaratmak için herkes fedakarlık yapmalı. Mesele senle benim aramda mükemmel bir ilişki bulunması değil, grup içinde mükemmel ilişkilerin kurulmasıdır. Çünkü kupaları bireyler değil, takımlar kazanır.”

Takım. Bu kelime, Mourinho’yla sohbetim sırasında devamlı olarak kulağıma çalınıyor. Bireysel yetenekler kolektif bir amaca doğru nasıl yönlendirilebilir? Daha 21’nci yaş gününe gelmeden tribündeki taraftarın en tatlı rüyalarında bile göremeyeceği paraları kazanan bir oyuncu nasıl motive edilebilir? Mourinho’nun sesi yükseliyor “Çok doğru! Eskiden oyuncular futbola başladıklarında, emekli oldukları zaman zengin olmayı hayal ederdi. Şimdi daha ilk maçlarına çıkmadan zengin olmak istiyorlar!”
Her şeyde olduğu gibi futbolda da şöhretli figürler (yani bireyler) cirit atıyor. Dünyada yılın en iyi oyuncusunun açıklandığı FIFA Ballon d’Or töreninde, Oscar Ödülleri’ne gelen aktör ve aktrisler misali gösterişli bir geçit yapan futbolcuların hali, bu durumun en güzel özeti.

Mourinho’nun da kabul ettiği üzere Arsenal menajeri Arsene Wenger’le pek çok konuda anlaşamıyorlar. (Mourinho ondan bahsederken, boğulacakmış gibi bir isteksizlikle “Wenger” diyor.)

“Ama Wenger’in söylediği bir şeyi ilgi çekici buldum: Ballon d’Or’a karşıymış ve bence bu görüşünde haklı. Çünkü bugünlerde futbol takım kavramından biraz uzaklaşarak bireye odaklanıyor. Sürekli olarak bireysel performansa, bireysel istatistiklere, kimin daha çok koştuğuna bakıyoruz. Ne yani, benden iki kilometre daha fazla koştun diye daha iyi mi oynamış oluyorsun? Belki de benim koştuğum 9 km, senin 11 km’den daha önemliydi?” Gülüyor.

“Benim için futbol kolektif bir oyun. Gruba katkı yapmak isteyen her bireyin başımın üzerinde yeri var. Ama o bizim için çalışacak, biz onun için değil. Yüksek kalitede bir oyuncu geldiği zaman, takım zaten hazırdır. Amerika’yı keşfeden Columbus misali, o gelip takımı keşfetmez. Hayır. Takıma girer ve daha iyiye gitmemiz için katkı verir. Bir menajer olarak, her gün bu mesajı vermek zorundayım. Bu iş öyle nutuklarla, konuşmalarla da olmaz. Önemli olan oyuncuların davranışlarınızda ve onlara yaptığınız geri dönüşlerde gözlemledikleridir. Şu veya bu oyuncuya verdiğiniz karşılık, biriyle ya da diğeriyle kurduğunuz empatidir.”

“Bir oyuncuya verilemeyecek tek şey var, o da yetenek. Fakat yetenekli oyuncunun da takımın ihtiyaçları doğrultusunda, düzgün şekilde çalışması gerekir. Karşınızda geniş görüşlü, kendini geliştirmek için yardımınızı bekleyen zeki bir adam mı var, yoksa takımın kendisinden daha önemli olduğuna ikna etmenizin çok zor olduğu bencil bir çakal mı? Çalıştığım kulüplerde her çeşit oyuncu gördüm. Hiçbir yerde mükemmel bir kadro bulamazsınız. Ama bana bir oyuncuda en önemli şeyin ne olduğunu sorarsanız, yetenek derim.”

Taraftarlar için genç bir yeteneğin tribündeki herkesin hayallerindeki o şansı bulması ve boşa harcaması, devamlı olarak bir üzüntü ve sevinç sebebi.

“Biliyorum” diyor Mourinho başını sallarken. “Ama unutmayalım: Bu oyuncular da bir sistemin son ürünü. Örneğin, bir oyuncum vardı (ismini vermeyeceğim), ona ilk 11’de şans verdim. Oynamaya başlamasından birkaç hafta sonra önce annesi sonra da babası işlerini bırakıp onunla beraber yaşamaya başladılar. Onun yerine hayatını yaşamaya, onun adına kararlar almaya başladılar. Bu çok zor bir şey.”

Peki o oyuncuya ne oldu? Mourinho omuzlarını silkince, anlıyorum ki kariyeri kısa sürede tepetaklak olmuş.

“Bu binlerce örnekten yalnızca biri. Oyuncuların ebeveynleri konusunda, çalıştıkları menajerler konusunda şanslı olmaları şart. Eğitimli olmaları gerek. Bir keresinde oyuncularımdan biri altında yeni bir arabayla yanıma geldi. “Yine mi yeni araba? Neden aldın? Bir evin var mı?” diye sordum. Yok. “Peki bankada çok paran var mı?” Yok. Dedi ki “Bu arabayı ben almadım. Babam leasing sayesinde bedavaya aldı. Ben de yalnızca belgeleri imzaladım.” Leasing’in ne olduğunu bilip bilmediğini sordum. Hala “Bedavaya aldım!” diyordu. Hayır! Buraya oturacaksın ve sana leasing’in ne olduğunu açıklayacağım. Çünkü belli ki kimse bunu sana anlatmamış.”

“Porto’yla 2003’te yaptığım ikinci kontrattan sonra, elime büyük (gerçekten çok büyük) paralar geçmeye başladı. 30’lu yaşlarımdaydım. Evliydim. Yani bu tip bir şeye hazırdım. Bu çocuklar daha 16, 17, 19, 20 yaşındalar. Nasıl tepki vermeleri, ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar.”

“Chelsea’de oyunculara mali anlamda danışmanlık ve destek verdiğimiz bir departmanımız var. Bankadan görevliler parasal durumları açıklıyor. Ev mi almak istiyorsun? O halde doğru insanlarla doğru bir iş yaptığından emin olmalıyız. A takıma çıkan genç oyunculara araba aldırmıyoruz. Sponsorumuz Audi onlara araba sağlıyor. Oyuncuların buna ihtiyacı var. Burası çok karmaşık bir dünya.”

Peki kendini bir baba figürü olarak gördüğün oluyor mu?

“Bu benim görevim!”

*


Mourinho ve eşi Matilde kıyı şehri Setubal’de yan yana sokaklarda beraber büyümüş, genç yaşta birbirlerine aşık olmuşlar. Evlilikleri 26 yıldır sürüyor, kendi adlarını verdikleri Matilde ve Jose isminde gençlik çağına gelmiş iki çocukları var.

Söylediğine göre en yakın arkadaşı, Benfica’da göreve başladığı günden bu yana asistanlığını yapan ve çalıştığı her kulübe onunla beraber gelen Rui Faria. “Rui eskiden şöyle derdi: “Kazanan bir futbol menajerinin hayatı kadar güzeli yoktur.” Gülerek ekliyor: “Doğru, elimizden geleni yapıyoruz. Ama bu ülkede o kadar çok maç oynanıyor ki sonuçların moralimi etkilemesine izin vermemem çok önemli. 5-3 kaybediyoruz, sonraki gün antrenman var. İki üç gün geçiyor, başka bir maç. 3-0, 4-0 kazanıyoruz, sonraki gün yine bir antrenman. İki üç gün sonra yine bir maç. Duygularımı saklamak zorundayım. Her gün zafer ve yenilgiyi hazmederek yaşıyorum.”

“Bir menajer tabii ki kulüpteki en önemli kişi değildir. Her zaman söylerim, birinci sırada taraftar vardır, ikinci takım sahibidir, üçte oyuncular gelir. Ancak ondan sonra ben gelirim. Ama menajer herkesin gözü önündedir. Oyuncular sizi izler, analiz eder. Reaksiyonlarınızı, tutarlılığınızı görmek isterler. Kulüp çalışanları da sizi izler, olumlu ya da olumsuz anlamda takipçiniz olurlar. Taraftarların gözü bile sizdedir. O gün aldığınız büyük yenilginin ardından bir sonraki maça hazır olduğunuzu, muhteşem bir galibiyetten sonra ise havalara uçmadığınızı, ayaklarınızın yere bastığını görmek isterler. Ben bu durumları çok iyi kontrol ettiğimi düşünüyorum. İnsanları olumlu ve olumsuz uçlar arasında dengede tutmak konusunda da iyiyim. Evdeyse böyle şeyleri pek beceremiyorum. Çünkü beni çok iyi tanıyorlar. Saklanamıyorum. Hemen niyetimi anlıyorlar.”

Mourinho nazik ve kültürlü bir adam. Portekiz’in en sevilen şairi Fernando Pessoa’nın yazdıklarına büyük bir hayranlık besliyor. (Pessona’nın yazdığı Huzursuzluğun Kitabı’nda onun için yazılmış gibi gözüken bazı satırlar var: “Anlaşılmayı her zaman reddettim. Anlaşılmak, kendini pazarlamaktır. Olmadığım bir kişi gibi davranarak saygı görmeyi, insanlar karşısında bilinmez olmayı, doğallığımı ve saygınlığımı korumayı; anlaşılmaya tercih ederim.”) Sohbetimiz sırasında düşünceli, katılımcı ve içten. Maç sonrası basın toplantılarında verdiği o sert, imalı demeçlerin aksi bir imaj sergiliyor. Nezaket kurallarına çok dikkat ediyor. Konuşmamızın bir noktasında ağzından argo sayılabilecek bir kelime çıktıktan hemen sonra, kelimeyi hatırlatmamamı rica ediyor.

Yakın zamanda futbol dışı bir platformda karşılaştığı en ilginç şeyin ne olduğunu sorduğumda da Dünya Beslenme Programı Elçisi olarak Fildişi Sahili’ne yaptığı ziyareti anlatmaya başlıyor. “Eşim ve çocuklarımla paylaştığım muhteşem bir deneyim oldu. Yoksulluğun ne olduğunu biliyorduk ama böyle bir gerçeklikle direkt olarak yüz yüze gelmek inanılmazdı. Aynı anda hem olumlu hem olumsuz hem de başa çıkması zor bir durum ama böyle bir şeyle bağ kurmak, yapılan çalışmalara katkı vermek benim için bir onur.”

O ve eşi aynı zamanda Setubal’deki Katolik beslenme yardımlarını da destekliyor. “Ama insanların hangi programlara yardım ettiğimizi bilmemesini, reklamımızın yapılmamasını istiyoruz. Böyle bir şeye gücümüz yettiği için bunu yapıyoruz. Çocuklarımızın ne kadar ayrıcalıklı bir ailede büyüdüklerini, diğer insanların desteğe ihtiyacı olduğunu anlamaları için bunu yapıyoruz.”
           
Kendine göre dindar bir insan olduğunu söylüyor: “Tamamen ve şüphe duymadan inanıyorum. Her gün dua ediyor, O’nunla konuşuyorum. Her gün, hatta her hafta kiliseye gitmiyorum. Ama ne zaman gerekli olduğunu düşünürsem kilisede oluyorum. Portekiz’deyken de düzenli olarak gidiyorum.”

Ne için dua ediyor?

“Ailem için! Çocuklarım, annem ve babam, mutlu ve iyi bir aile hayatı için. Ama şunu tüm samimiyetimle söylüyorum: Tanrı’yla futbol konuşmak için asla kiliseye gitmem. Asla!”

Kendini iyi bir insan olarak tanımlar mı?

“Galiba. İyi bir insan olmaya çalışıyorum. Bence iyi bir insanım. Ailemle, arkadaşlarımla sorunum yok. İyi bir aile babası, iyi bir dostum. İsmini bile bilmediğim insanlara yardımcı olmaya çalışıyorum. Hatalar yapıyor muyum? Evet. Mesleğim yalnızca fazlasıyla rekabetçi olmakla kalmıyor hem çok duygusal hem de insanları bazı davranışları göstermeye itiyorum, evet. Ama profesyonel kariyer, insan hayatının yalnızca bir parçası; bir insan ise kariyerinden çok daha fazlasıdır.”

Aile hayatıyla profesyonel yaşamı birbirinden ayrı tutmak için elinden geleni yaptığını söylüyor. Eşiyle asla futbol konuşmuyormuş. “Onun dünyası farklı. Sevdiğin kulüpte ol. Mutlu olduğun yere git. Anlaştığın insanlarla çalış. Bana sürekli bu tip tavsiyeler veriyor. Çünkü o da biliyor ki bunlar olduğu zaman evdeki herkes için hayat daha güzel olacak. Ama yine de zor. İşleri ayrı tutmaya çalışsam da bazen başaramıyorum. Önemli bir maçı kaybettiğimiz zaman, eve suratsız gitmemeye çalışıyorum. Sonuçta yarın yeni bir gün, önümüzde daha maçlar var falan filan diye düşünüyorum. Ama eve bir geliyorum, herkesin suratı sirke satıyor! Hepsi benim için üzgün!”

Futbolcular (ve menajerler) genelde alışkanlık bağımlısı oluyorlar. Büyük evlere, kocaman garajlara ve taşrayı hatırlatan mahallelere bayılıyorlar. Manchester United’ın menajerini ve kadrosunun yarısını bu tarife benzer bir mahallede bulabilirsiniz. Surrey’nin içindeki Cobham kasabasında da Chelsea oyuncuları çoğunlukta. Mourinho’nun kadrodaki birçok oyuncunun aksine Belgravia’da yaşamayı tercih etmesi, onun hakkında ilginç bir bilgi olarak önümüze çıkıyor. Ailesinin ve kendisinin orayı tercih ettiğini söylüyor. Madrid veya Milano’nun aksine Londra’da “sıradan bir hayat sürebildiğini” söylüyor.

Yollarda yürürken beş dakikada bir, bir Chelsea’li, bir Tottenham’lı, bir Arsenal’lı, “hatta ve hatta Liverpool veya United taraftarı bile görmek mümkün. Ve bunu seviyorum. Çalıştığım diğer şehirlerde sürekli olarak kulübümün taraftarları arasında olurdum. Milano’nun yarısı Inter’li yarısı Milan’lı. Madrid’in yüzde 70’i Real, yüzde 30’u Atletico’lu. Porto’da herkes Porto’lu. Birisi yanıma gelip konuştuğunda, dinlemekten hoşlanıyorum. Ama bana futbol dersi vermeye kalkanları dinlemiyorum tabii ki!”

“Ama bana kalırsa Londra’daki insanlar birini rahatsız etmekle etmemek arasındaki farkı biliyorlar. İnsanların kendi alanlarına ihtiyacı olduğunun, saygı hak ettiklerinin farkındalar. Beni rahatsız eden birileri olsa bile bunlar her zaman İngiliz olmayanlar oluyor. Restoranda bir İngiliz görürsem elbette bir imza ya da selfie istiyor ama ben yemeğimi bitirene kadar bekliyor, örneğin. Alışveriş merkezinde denk gelirlerse de bekliyorlar. Kendime çorap seçmeye çalışırken yandan dalmıyorlar. Sokakta yürürken de aynı şeyi hissediyorum. Londra’da ailenizle sokakta yürürken kötü bir maç sonucu yüzünden rahatsız edilmeniz mümkün değil! Madrid ve Milano’da tam tersi...”

Kafasını bıkkın bir ifadeyle sallayarak söylüyor: “Her futbol sever, kendini teknik direktör sanıyor.” Ama acı gerçek şu ki insanlar futbolu fazla ciddiye alıyor. “Ben de futbol söz konusu olunca çok ateşliyim ama biz profesyoneller için de, taraftarlar için de durum aynı: Eğer her şeyiniz futbolsa, bir sorun var demektir. Portekiz’de annen, baban ve tuttuğun takım hariç her şeyi değiştirebilirsin derler. Futbolun sosyal, politik ve kültürel gücü düşünüldüğünde şaşırtıcı bir söz değil. Ama bir futbolcunun Forbes dergisinin yaptığı dünyanın en etkili 100 insanı listesinde ne işi var? ”Aslında bu sayı, bir değil iki. Geçen yıl Cristiano Ronaldo 30’ncu, Leo Messi 45’nci sıradaydı. “Akıl almaz bir şey! Kimsenin hayatını falan kurtardığımız yok! Takımı maç kaybetti diye beşinci kattan atlayan insanlar olduğunu biliyorum ama o insanlar sorunlu. Bir futbolcuyu ya da menajeri, bir bilimadamıyla, doktorla kıyaslayabilir misin? Kesinlikle, hayır.”

Mourinho, İngiliz futbol dünyasında hiç yakın arkadaşı olmadığını söylüyor. “Bazı kişilerle birbirimizi severiz, iletişimimiz vardır ama yakınız diyemem.” Ancak bir adam var ki onun için duyduğu hayranlık sınırsız: Sir Alex Ferguson.

İki isim, 2004’te Porto’nun Manchester United’ı  Şampiyonlar Ligi’nden elediği eşleşmede tanıştı. “İşte o zaman büyük bir adamın, iki yüzü olduğunu hissettim. Biri rekabetçi olan, her şeyi kazanmaya çalışandı. Diğeri ise prensipleri olan, rakibine saygı duyan, adil oyuna önem veren. Bu iki yüzü işte o dönemde gördüm ve bu benim için çok önemliydi.”

“Portekiz ve Latin kültüründe, bu çeşit bir ikinci yüz yoktur. Kazanmak için futbol oynarsın ve çoğu zaman bunun dışında bir amaç olmaz. Ama United’ı Şampiyonlar Ligi’nden elediğimiz o gün, kendime örnek aldığım o diğer güzel yüzü gördüm. Onu örnek almaya çalışıyorum.”

Mourinho’nun çoğu zaman Makyavelist olarak tanımlandığı düşünülürse, bu çabanın pek anlaşılmadığını söylemek haksız olmaz.

“Ben kendimi Makyavelist bulmuyorum.”
               
Peki hiç Machiavelli okudu mu?

“Evet, elbette Machiavelli’yi biliyorum. Zaman zaman yorumlarımda ondan bir şeyler olduğu da doğru ama bunun ötesinde bir şey yok. Kesinlikle yok.”

Her menajer, şikayet etmeyi sever (“Penaltıydı, değildi ya da şanssızdık” açıklamalarından birini yapmak hayati bir karardır) ama Mourinho sızlanma eylemini bir sanata dönüştürmüş durumda. Yalnızca hakemler değil, tüm dünya ona karşı. Takımına “underdog” ruh halini aşılamak, onun için doğal bir savunma mekanizması ama aynı zamanda öne süreceği bahaneler için de bir zemin oluşturuyor. Her zaman üstün durumda olduğu basın toplantılarında yaptığı en müşvik açıklamalarda bile rakipleri, futbol otoritelerini, cevap verdiği muhabiri küçümsüyor. İnsanları överken bile iğnelemeyi başarıyor.

Tecrübeli bir futbol yazarı şöyle diyor: “Bu bir Ferguson stratejisi. Jose tehdit olarak görmediği insanlara iyi davranıyor.”

Bu tespiti Mourinho’ya ilettiğimde alınıyor: “Hayır! Hak edenleri övmeyi severim. Özellikle mağlubiyetten sonra “Hakem maçı harika yönetti” demek hoşuma gidiyor.”

Kendisinin çok yanlış anlaşıldığını düşündüğümü, yüzü hiç oynamasa da müthiş bir komedyen olduğunu söylüyorum.

Bana hiçbir şey söylemeden bakıyor. Sonra yavaşça, yüzünde kocaman bir gülümseme beliriyor.


Yazı: Mick Brown

Çeviri: Anıl Can Sedef & Niko Yenibayrak

9 Nisan 2015 Perşembe

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler