Bizi Twitter'dan takip etmek için: @sotatercuman
Çeviri arşivimize ulaşmak için tıklayın.


İstanbul Derbisi: Futbol, coşku ve iki kıtanın ortasında bir maç

Türk futbolunun en heyecanlı derbisi dışarıdan nasıl gözüküyor? Bu soru, maçın tarafı olsun olmasın, izleyicilerin kafasında bir yerde durur hep. Dünya çapındaki derbilerde olanlar, olmayanlar sürekli Galatasaray'la Fenerbahçe'nin yüzyılı aşkın mücadelesiyle karşılaştırılır. 

Dünyaca ünlü Amerikan spor blogu SB Nation'ın yayın yönetmeni Spencer Hall, cevabı çok merak edilen bu soruya geçen Nisan ayında yazdığı bu yazıyla kapsamlı bir yanıt verdi. Hem şehre hem maça çok yakından bakma fırsatı bulan bir yabancının izlenimleriyle, karşınızda İstanbul derbisi...

____________________________________

Birazdan okuyacağınız yazı, 28 Nisan 2014'te SB Nation'da yayınlanmıştır.


Otelin merdivenlerini yavaşça çık, ben sana kurguyu anlatırken bir şeyi görmen gerek.  Evet... Bir futbol maçı var. 2000 yıl evvel kurulmuş, Viking çizimlerine, bir zamanlar Katolik bir kral için kilise olarak kurulan bir camiye ve 18 milyon kişiye ev sahipliği yapan İstanbul denen bu şehirde oynanıyor. Burası tarih boyunca gerçekleşen her şeye şahitlik etmiş. Ama insanlar nedense ezeli ve ebedi rakipler Galatasaray'la Fenerbahçe arasındaki futbol maçı hakkında çok ama çok fazla heyecanlanmaya devam ediyor.


Bu taraftan devam et. Şu Avrupa tarzı klostrofobik asansöre binip çılgın bir Agatha Christie filminin setine benzeyen otelin çatı katına çık. Asansör biraz yavaş. Yolculuk bir dakika kadar sürecek. Görmek için beklediğin manzaraya doğru çıkarken, biraz daha detay vereyim. İki takım, ilk kez 1909'da karşılaşmış. O zamanlar Osmanlı İmparatorluğu hüküm sürüyormuş ve oyunculardan hiçbirinin soyadı yokmuş. Taraftarlar arasındaki ilk kavga, 1934'te çıkmış ve büyük rekabet iki Dünya Savaşına, diktatörlüklere, devrimlere kısacası tarihteki tüm çalkantılara rağmen durmaksızın, tüm sertliğiyle devam etmiş. Düşün, iki taraf 1934'te kavga etmeye başladığında, tıp antibiyotik öncesi dönemdeymiş.

Asansörde mahsur kalmadın. Şimdi dışarı çık ve etrafına bak. Geçen yıllarla beraber kaftan kumaşı misali pembe desenli duvar kağıtları, bu binanın her tarafını sarmış ve Türklerin şamdan bağımlılığı içeri sızıp koridorları kalamar benzeri, beyaz ışıklı, seramik sarmaşıklarla kaplamış. Yerde dilimizin bile sıfat üretmeye gücünün yetmediği bir biçimde kıvrımlarla doldurulmuş halılar var. Çatıdaki bara giden koridora vardığında, küçük bir tavus kuşu heykeli sana tepeden dik dik bakıyor olacak. Şaşırma.

Burada birisi planlı bir şekilde öldürülmüş ve gerçekten kusursuz bir iş çıkarılmış.

Jet lag'den kurtulmak ve havaya alışmak için uyumaman lazım. Bunun için bir bira al ve çatıdaki bardan manzarayı izle. 15 saatlik uçuşun yorgunluğunu düşünüp durabilirdin ama güneşin hava kirliliğini, ozonu ve topraktan yükselen bir toz bulutu katmanını yakarak batışını izlerken, aklından geçmiyor bile.  Hava öyle ağır ki gözlerini güneşe dikebiliyorsun  ama güneşe bakmakla Altın Boynuz'u (Haliç) seyretmek arasında neredeyse fark yok zaten. Güneşin sararttığı bakırdan dalgacıklar suyun içinde yuvarlanıp duruyor.

Kırık beyazı apartmanlar, gözünün önünde kum rengine dönüyor. 1980'lerin yeni, cam panelli plazalarıyla 1920 ve 30'lardan kalma Paris tarzı evler arasında sıkışıp kalmışlar. Arı kovanına benzeyen manzarada, tek tük ahşap Osmanlı evleri kara delik gibi göze batıyor.

Büyük olasılıkla yorgunluktan ama dünyanın sonunun geldiğini zannetmene kimse şaşırmayacaktır. Güneş  felç geçirdiği için can havliyle enerji yayıyormuş, bütün dünyayı lanetli, loş bir tarih tünelinin karanlığına terk etmeden evvel en güçlü ışınlarıyla kısa bir gösteri yapıyormuş gibi. Ama bugün hepimizin sonu da gelse, futbol delisi İstanbul'un en büyük iki takımı Galatasaray ve Fenerbahçe bu maçı oynayacak.

Sen de orada olacaksın ama önce, gün batımının ışığında kirli bir banyo yaparak kaynayan İstanbul'a iyice bakacaksın. Onu bu garip otelin tepesinden birkaç dakika içine çekeceksin. Sonra tüm bu tarih birikiminin, tüm bu medeniyet ve gelişim mirasının başka bir sonucu olamayacağını kabul etmek zorunda kalacaksın: Her ihtimalde, bu şehrin sakinleri başka bir yerin sakinlerine karşı oynanan, iki kale ve bir topun olduğu bir oyun için kan istiyor olacak.

***

İstanbul, SimCity'de yüksek zorluk seviyesinde kurulmuş bir şehre benziyor. Bütün yollar amansız bir labirent gibi birbirine dolanmış, sıra sıra tepeler o kadar dik ki kalantorlar İstanbul'un yakıcı sıcağı altında bitmek bilmeyen yokuşları tırmanmaktan bıkıp Karaköy sahilinden başlayan bir füniküler yaptırmışlar.

Ortada da bir su yığını var. Günü gününü tutmayan bu suların üstünden dev gemiler geçip duruyor. Aynı anda iki gemi geçemediği için birisi yola çıkarken diğerleri kasabın arka kapısında bekleşen kediler gibi sabırsızlanıyor. İstanbul'un seks işçilerini bulmak da çok kolay: Sırasını bekleyen gemilerden kıyıya doğru yürüyüp yalnız gemicilerin arkasına takılman yeterli. Ukrayna'ya gitmek istiyorsan o da basit: Dolmabahçe Sarayı'nın oradan sola sapıp Sivastopol'a kadar yürüdün mü, tamamdır.

Boğazın kıyıları ahşap köşklerle, yalılarla dolu. Büyük çoğunluğunu sigortalamak mümkün değil. Denizdeki beklenmedik akıntılar, büyük ve küçük pek çok gemiyi üstlerine sürükleyebiliyor. Küçük bir gemi çarparsa zarar karşılanıyor. Rus bir petrol tankeri ziyaretinize geldiyse, hiçbir sigorta firması gözünüzün yaşına bakmıyor. Geminin Rus bandıralı olmasında da bir gariplik yok. Çünkü uluslararası olarak kabul edilen sulardan sırası gelen geçebiliyor. Beyoğlu'ndaki barlardan Galatasaray stadına gitmek için metroya binmen yeterli. Ama Asya'ya geçmek istiyorsan, o uluslararası sularda bir yolculuk yapmak, eski dünyanın ve denizlerin doğum yerinden geçen su canavarlarının etrafından dolaşmak zorundasın.

Bu su yığınının altından bir tünel kazmaya kalkarsan şehrin etrafına, altına, üstüne kurulduğu insanlık tarihi pastasının katlarından birine çarpıp bir medeniyetin geçmişinden eski bir dilim ortaya çıkarabilirsin. En yeni tünel projesi, Bizans öncesi dönemden kalıntılara rastlamış. Kültür Bakanı çalışmaların ortaya çıkardığı bir başka tarih parçasıyla ne yapılacağına karar verene dek, inşaat ertelenmiş.



Şehirde o kadar fazla medeniyetten kalmış öyle çok kalıntı var ki... Restorasyon çalışmaları bile başka başka kalıntılarla yapılmış. Örneğin, Yerebatan Sarnıcı'ndaki Medusa kafaları başka bir yerden çok eski bir tarihte getirilmiş. Tam olarak neresi bilinmiyor. Yunanlar'ın Persler'e karşı kazandığı zafer onuruna dikilmiş heykel, Hipodrom'un ortasında duruyor. Çünkü... Çünkü, öyle. En az dört farklı imparatorluktan kalıntılarla dolu bir şehirde hepsine yer bulmak biraz zor iş sonuçta.

İstanbul, kontrol edilemez denizlerin çevresindeki tepelere kurulmamış olsaydı bile; kendi ölümsüz, plansız ve beklenmedik yükselişinin kurbanı olurdu. Tek sallantıyla toplumları tarihten silebilecek kadar tehlikeli bir fay hattının üzerinde olmasına rağmen, inşaatlar son hız sürüyor. Atatürk Havaalanı'ndan şehre giden yolda karşınıza çıkan inşaat vinçleri, deniz kıyısına 20 katlı binalar dikmekle meşgul. Heybetli hareketlerle bir o tarafa bir bu tarafa dönüyorlar.

Ve dahası var: salgınlar, savaş... Onca insan, milyonlarca (gerçekten milyonlarca, on milyonlarca) kişinin gömülü olduğu topraklarda yürüyerek, dünyanın evrensel eklem noktalarından birinde hayatına devam ediyor. Bu bölgede sekiz bin yıldan beri yerleşim olduğu söyleniyor. Paris'ten, Roma'dan hatta Pekin'den eski bir yer burası. Burada geçen sekiz bin yılın büyük kısmı birilerinin sultası altında yaşanmış: Persler, Yunanlar, Bizans İmparatorları, Osmanlı Sultanları gelip geçmiş.

Salgın, yangın, salgın yangın, savaş, daha fazla savaş, Dünya Savaşları, devrim, sel, fırtınalar, depremler, isyanlar, ırk ayaklanmaları, soykırım, Haçlı Seferleri, ekonomik krizler, kıtlık, yoksulluk, AIDS, humma, bölünmeler, yozlaşmayla dolu bir bin yıl, zorlu coğrafi koşullar ve hayatın daha farklı tüm darbeleri İstanbul'u öldürmeye yetmemiş. İstanbul, ölümsüz. İstanbul kalbine saplanmış bir kazık, boynunda sarımsaklardan bir kolyeyle güneşli havalarda çayını yudumlamayan bir vampir. İstese bile ölemez artık. Güneş bir gün mecburen söndüğünde, dünyadan kalan yığının arasından kalkıp çayını koyacak, maçını izlemeden evvel tavlasını atacak.

***

Buradaki kimsenin umurunda olduğunu sanmıyorum ama maçtan önce iki takımın durumu şu şekilde: Galatasaray'ın Fenerbahçe'yle arayı kapatıp sezonun kalanını boşa oynamamak için tek umudu, sarı-lacivertlileri kendi evinde yenmek ve rakibinin diğer tüm maçlarda dağılmasını ummak. Bu arada, Fenerbahçe ligi kazansa da Şampiyonlar Ligi'ne gidemeyecek. Maç sırasında stadı karıştıracak ya da çevresi kale gibi korunan deplasman tribününde maçı izleyecek Fenerbahçe taraftarı da yok. Maç, Fenerbahçe'nin yedeklerini ve antrenör ekibini saymazsak, 50.000'e 11 oynanacak.*

*Türk seyircisi bu cezalara alışık. Biri bitip öbürü başlıyor. Ama bu sonuncu ceza Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş'ın tüm deplasman seyircilerine verildi. Sebebi, Galatasaray'la Beşiktaş tarafları arasında BİR TEKERLEKLİ SANDALYE BASKETBOLU MAÇI SIRASINDA çıkan kavga.

Bu maçta destek ve taraftar sıkıntısı çeken Fenerbahçe için üzülmenize gerek yok. 2013-14 sezonunda Galatasaray'a karşı ikinci maçlarını oynamadan şampiyonluğu garantilemiş sayılırlar. Ama şike skandalı yüzünden herkesin gitmek için can attığı Şampiyonlar Ligi'ne katılmaları mümkün değil. Diğer yandan, kulübün başkanı UEFA'nın suçlamalarına karşı savunmasını yapıp ülkeye döndükten sonra binlerce Fenerbahçeli tarafından hava alanında karşılanmış.

Fenerbahçe'nin şike suçlamalarını ya da Şampiyonlar Ligi'nden atılmayı çok kafaya taktığı söylenemez. Ligde Galatasaray'ı geçip İstanbul'un şampiyonu olmuşken kimse skandalı falan umursamıyor. Sezonun bu noktasında her şeyleri tamam gibi. Tüm bunlara rağmen, bir sonraki galibiyetlerinin ardından basın tribününü yabancı madde yağmuruna tutmaları bekleniyor.

Böyle bir sadakatin duygusal ifadesinin bu şekilde olması, dünyanın her yerinde taraftarlık anlamına geliyor zaten. Ama Türk futbolundaki takımlara duyulan sevgi, NFL'deki bir takıma gösterilenden daha fazla. Türk futbol taraftarı takımına duyduğu bağlılığı ifade etmek için birçok farklı yöntem kullanıyor. Şike iddialarının soruşturulduğu haberlerinin düşmesinden kısa süre sonra, Fenerbahçe taraftarı basın tribününe koltuk atarak sevgisini göstermiş. Aynı sevgi, kendinden olanı koruma içgüdüsünde de görülebiliyor: 1955'te çıkan yabancı düşmanı ayaklanmalarda takımın Rum yıldızı Lefter Küçükandonyanis'i öfkeli faşist çetelerden koruyan da Fenerbahçe taraftarları olmuş. Ya da aynı sevgi, politik gösterilerde çatışma gücüne dönüşmüş. 2013 yılında çıkan hükümet karşıtı ayaklanmalarda Beşiktaş’ın taraftar grubu Çarşı önemli bir rol üstlenmiş. Bu his, insanların doğaçlama mühendislik yeteneklerini de ortaya çıkarabiliyor: 2013'te Almanya'daki Schalke maçını izlemek isteyen Galatasaraylı taraftarlar, stada tünel kazmaya çalışırken yakalanmış.

Bu sevginin en basit ifadesi ise şiddet: 2012'deki Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin sonunda çıkan olaylar yüzünden sarı-kırmızılı, oyuncular polis kalkanı altında sahayı terk etmiş. Maçtan sonra bir Galatasaray taraftarı bıçaklanarak öldürülmüş.

Yani etrafta güvenlik olmak zorunda ve bunun nedeni büyük oranda futbol değil.

***


Galatasaraylı taraftarının tezahürat repertuvarından sıradan bir örnek: 

TRİBÜNLERDE COŞACAKSIN
KUPALARI ALACAKSIN
SEN ŞAMPİYON OLACAKSIN
SENİ SEVMEYEN ÖLSÜN
ÖLSÜN!

***

İstanbul'daki her sokak, kestane kebabı kokuyor. Hiç kimse kestanelerden bir tane alıp yemiyor, herkesin elinde koca bir paket oluyor. İnsanlar, susamlı ekmekle pretzel arasında bir şeye benzeyen ve simit denen bir çöreğe bayılıyor. Bu çöreklerin hepsi, birbirinin aynı kırmızı arabalarda bir liralık düşük fiyatlarını öven ilanlarla satılıyor.

Simitçiler bütün gün sokaklarda. Simit işi, devletin kontrolünde olduğundan devlet adına çalıştıkları düşünülüyor. Çalışmıyor da olabilirler ama hükümetin otoritesini sergilemek istediği fikrinden uzaklaşmak zor olduğu için, insan emin olamıyor. Taksim Meydanı'nı tepeden gören beyaz askeri kulenin tepesinde bir asker, her köşeyi dikkatlice süzüyor. Dört dilde "BU ASKERİ BİR YAPIDIR" diyen işareti görmemeyi başarıp kulenin fotoğrafını çekmeye kalkarsanız sizi bizzat başından savıyor. 

Mini'lerde polisler görüyorum. Şirin hatchback arabalar, İstanbul’da çok popüler. Polis bile onlardan kullanıyor. Ford Focus'larda da gizemli hükümet görevlileri dikkat çekiyor. Ancak arabanın farlarını yakarlarsa görülebiliyorlar. İnsanlar tek bir kornayla önlerinden hemen çekiliyor. Pencereleri tellerle kaplı, yan tarafları metal levhalarla örtülü polis araçları, daha büyük kavşaklarda ve Taksim Meydanı'nın içinde olabilecek gösterileri dağıtmak için hazır bekliyor. İstanbulluların dediğine göre göründüklerinden çok daha hızlılarmış.

Güvenlik güçleriyle alakalı etrafa yayılan söylenti bulutunun ne kadarının doğru, ne kadarının yalan olduğunu tam olarak kestirmek çok zor. Türkçede varsayımları ifade eden bir zaman kipi var: Yani simitçiler polis olabilir, ya da en azından olabilecekleri söyleniyor. Aynı şekilde, polisin Pazar günkü Galatasaray maçında elindeki paintball tabancalarıyla etrafı gaza boğma yetkisi de olabilir.

Herkesin bildiğine emin olduğu tek bir şey var: Polis orada bir yerlerde ve çok kalabalık. Kadıköy'le Sultanahmet arasındaki tramvayın bir yerinde hızlı adımlarla yürürken eldivenlerini takan 15 kişilik bir polis ekibi görüyorum. Onlar geçtikten sonra karşı yönden aynı mavi üniformaya ve ciddi yüz ifadesine sahip iki grup daha geçiyor. Nereye mi gidiyorlar? Sahil Yolu'nda ellerinde pankartlarla ağır ağır yürüyen, takım elbise ve kravatlı bir grup insana müdahale etmeye. Avukatlardan oluşan bu grubun polislerden sayıca az olduğuna ve bir kestane tezgahını bile deviremeyeceklerine şüphem yok. Ama sayıları 50 kadar olan polisler herkesi kelepçelemeye ve hazırda bekleyen minibüslere tıkmaya hazır.

Güvenlikle ilgili onca gösterişe rağmen Türk halkı üzerinde oluşturulan baskının etrafından dolaşmayı başarıyor. Örneğin, Twitter yasağı mahkemelerce kaldırılmadan çok önce internette delinmiş. Twitter yasağının iptal edilmesinden kısa bir süre sonra yine mahkemelerce kaldırılan YouTube yasağı da benzer şekilde, kullanıcıların bulundukları lokasyonu VPN ve diğer çevrimiçi araçlarla gizlemesi sayesinde hayata geçmemiş. Çoğu kullanıcı bu siteleri politik olmayan amaçlarla kullanıyor. Örneğin, Bane kılığına girmiş kedi videosu izliyor. (Konu hakkında kulaklarımla duyduğum bir söz: "Kedi Bane'i izleyemiyorum. Bu nasıl saçmalık lan?")

İstanbul'un en önemli isyankarları ise kediler ve köpekler. Kediler etrafı çitlerle çevrilmiş askeri yapılara rahatlıkla girip çıkıyor; çevreden geçenlere şüphe dolu bakışlar atarken karınlarını doyuruyor, ortalığa çişini, kakasını yapıyor. Kesinlikle fotoğrafını çekmemeniz gereken büyük ve korkunç askeri binanın hemen arkasındaki parkta, saat yönünde dizilmiş heykeller Türk tarihini özetliyor. Hun hükümdarı Attila'nın, Timur'un heykellerinin ardından kan kırmızı Türk bayrağını işaret eden bronzdan dev bir Atatürk görülüyor.

Bir köpek o parkı boydan boya koşarak geçti. Başka bir yerde bulduğu kemiği kemirmek için kendini çimlere bıraktı. Başka iki köpek onu dikkatle izliyor, kemiği ağzından düşüreceği anın hayaliyle gözlerini bir an olsun ondan ayırmıyorlardı. Kemiğini kemiren köpeğin ne askerler, ne uyarılar, ne de başka bir şey umrundaydı. Bir ulusun kurucusunun ayağının dibinde umarsızca karnını doyuruyordu.

***

Türk birası gerçekten çok kötü. En iyisi bile Orta Avrupa'daki örneklerinin korkunç ve çoktan tarih olmuş bir hayaleti gibi ama Türkler yine de içiyor. Rakı içiyorlar, sırf Efes içmemiş olmak için Tuborg'a birkaç kuruş fazla veriyorlar ve herkes gibi arada bir, haklı veya haksız sebeplerle, Amerikan viskisi açıyorlar. (Haksız sebepler: Pahalı ve havalı. Haklı sebepler: Kaliteli ve insanı çok kısa zamanda kör kütük sarhoş edebiliyor.)

Türkler shot içmeyi de seviyor. Koca koca şişelerden sadaka verir gibi azıcık doldurulan shot'lar müthiş bir hızla dağıtılıyor. İstiyorsanız tek bir kadeh de alabilirsiniz ama Beyoğlu'nda menüler beşer beşer satılıyor ve her mekan grup halinde içmenize izin vermeyebiliyor. Sorun çıkarmıyorsanız, elinizde birayla etrafta dolaşabilirsiniz. "Sorun çıkarmak" ile kastedilen, o gece İstanbul'daki karmaşaya bağlı olarak, durup dururken tanımadığınız insanlara saldırmak da olabilir, "tek kişilik bir isyan" başlatmak da...

Alkol satışı belirli bir saatten sonra yasak ve zaman zaman insanların alkol alabileceği yerlerle ilgili bazı sınırlamalar getirilmeye çalışılıyor. Ama Müslümanlar'la dolu olduğu bilinen bir şehirde, buraya sırf kafayı bulmak yasa dışı değil diye gelip bir sokak dolusu shot bar'ı tıka basa doldurmuş İranlılar'ı, iki gün sonraki maçın şerefine şimdiden içmeye başlayan İstanbullular'ı ve çok yanlış insanlardan ot almaya çalışan sarhoş yabancıları görünce, insan rahatlıyor ve kağıtta ne yazarsa yazsın, İslam'ın sanıldığı gibi tek bir insan tipi tarafından temsil edilmediğini anlıyor.

Bu dediğimi okuyarak öğrenmek, birinden dinleyerek öğrenmek ve Galatasaray'ın maçını izlemek için stada girmeden evvel Johnnie Walker Black şişesinde kalan son birkaç yudumu kafaya dikerek bitiren bir taraftarı görerek öğrenmek arasında çok fark var. Atatürk bir padişahı tahttan indirip bir ulusun kurulmasına önderlik ettikten sonra 57 yaşında sirozdan ölmüş. Birçok Türk, bunu bir uyarı olarak değil ülkeye yararlı olmanın bir reçetesi olarak görüyor.

***

Bir grup Galatasaray taraftarı İstiklal Caddesi'nde yürüyor, yedi-sekiz arkadaşın oluşturduğu küçük bir kitle. Taksim Meydanı'ndaki metro durağına yaklaşıyorlar. Bir tanesinin elinde açık bir Jack Daniels şişesi var. İçkiyi hep beraber içiyorlar. Bir yandan Fenerbahçe'nin hayali annesine yönelik küfürlü tezahüratlar yaparken, diğer yandan şişeden bir yudum alıp yüzlerini ekşiterek yanındakilere uzatıyorlar.

Galatasaray Lisesi'nin devasa kapısını, Beyoğlu'nun gölgelik sokaklarını geçip öğle güneşinin aydınlattığı müthiş bir kalabalığa karışıyorlar. Metro, direkt olarak kulübün yeni stadına gidiyor. Eski gidiş yöntemine nazaran önemli bir gelişme sayılır. Taraftarlar eskiden otobüslere hınca hınç doluşup yol üstünde meşaleler, maytaplar yakarak maça giderlermiş.

Şehrin her tarafına yayılmış minarelerden dalga dalga yayılan ses, inanları ibadete çağırıyor. Küçük grup bu sırada Fenerbahçe taraftarının anneleriyle ilgili tezahüratına devam ederken aralarından iki-üç kişi saygılı bir sessizliğe bürünüyor. Metroya girmeden önce kola kutularına Jack Daniels eklemek için kısa bir süre duruyorlar.

***

İşaret parmağının ilk boğumundan sonraki kısmı olmayan bir adam, sapasağlam sol eliyle rakı dolu bir kadehi kavramış. Sırtında UA HOLİGAN yazan bir tişört giymiş. Cebi fişekle dolu: Öyle bakkallarda bulunan, çocuk oyuncağı, yasal fişeklerden değil, yasa dışı olduğu için kaçak satılan, korkunç derecede büyük, kullananın elini veya parmağını kopartabilecek Çin yapımı olanlardan bahsediyorum. Daha da açık konuşursak, bu fişekler rakı kadehi tutmaya yarayan parmaklara malolabiliyor.



Vagondaki rastgele insanların sırf aynı renk formayı giydikleri için hep beraber söylediği tezahüratlarla Fenerbahçe'nin istismara uğrayan uzuvlarının sayısı giderek artıyor. Her yaştan taraftarın bağırması insanı şaşırtıyor: 20'li yaşlarındaki gençlerin trenin camlarına indirdikleri darbelerle başlattığı ritme, yaşlı adamlar yumruklarını sıkıp aracın tavanına vurarak eşlik ediyor. Amerika'daki futbol maçlarında sessiz sessiz maç izleyip ayağa kalkanları sahayı göremiyoruz kardeşim diyerek oturtacak adamlar, burada tezahüratı başlatıyor ve tek parmağı eksik olan adamın yaptıklarını öylece izliyor: Adam gülümsüyor, rakısından birkaç yudum aldıktan sonra sırıtıp metro tam durmuşken yaktığı fişekleri istasyona fırlatıyor. 

Kıkır kıkır gülerken başka bir meşaleyi daha metro durağının geniş boşluklarına doğru gönderiyor. Herkes önce gülüyor, ardından hep birlikte yükselen bir sesle bağırıyor:

OOOOOOOOOOOOOOOOOOOAAAAOOOOOAAAOOOĞĞĞĞĞĞ

[GÜM]

HEEEEEEAAAAAAAEEEEEEEEEEEY!

Patlamanın sesi çok yüksek, gerçek bir bombayı hatırlatacak kadar yüksek. En azından patlayan bir şeyin sesini hatırlattığı kesin. Türkiye, bir İsrail ya da Irak kadar olmasa da, dünyanın durup dururken bir şeylerin patladığı kısmına yakın bir yerde zaten. Burada Amerikan ortalamasının hayli üstünde olan şeyler biraz farklı: Kasklı ve silahlı polisler ve göz yaşartıcı gaz kullanımı. Kimse fişeklerden rahatsız olmuş gibi gözükmüyor. Metro istasyonunda nöbet tutan polisler bile sadece bakıyor. Kıllarını bile kıpırdatmıyorlar.

Birçok şarkının ve tezahüratın ardından çevremdeki bazı insanlar aceleyle koşuşuyor. Belirli bir noktanın etrafındaki kalabalık, bir şeyden kaçar gibi büyük bir hızla orayı boşaltıyor. Tam bu sırada sarı-kırmızı renkte omuzların üzerinden gördüğüm bir yüz ancak aptalca bir heyecan olarak tarif edebileceğim bir ifadeyle parlıyor. Yeni aldığı arabanın arka koltuğuna çocuklarını atıp yokuş aşağı giderken hız sınırının 50 kilometre üstüne çıkan bir babanın yüzü bu. Yeni yeni kendini tanımaya başlayan bir kundakçının ya da yeni açtığı barında ilk birayı ikram eden bir mekan sahibinin yüzü. Birazdan havada kıvılcımlanan anlık bir ateşin etkisiyle araçtaki civatalanmamış her türlü malzeme etrafa uçuşacak. Bu adam da gözlerinde prizlerden elektriğin geçtiğini keşfedip kardeşlerini de parmaklarını sokarak aynı şeyi öğrenmeye davet eden bir çocuğun bakışlarıyla olan biteni izleyecek.

Parmağıyla yerde ıslıklar çalarak yanan bir şeyi işaret ediyor. Kıkırdayarak gülerken elleriyle kulaklarını kapıyor. Yine sesler yükseliyor:

OOOOOOOOOOAAAAAAAAAAAAAAAAAOOOOOOOOĞĞĞĞĞĞĞĞĞ

Fişeğin patlamasıyla araçtaki hava ikiye bölünüp her taraf beyaz bir dumanla kaplanıyor. Kulaklarımız çınlıyor. Sol tarafımdaki 12 yaşlarında bir çocuk, yüzünde adamdakinin aynısı aptal bir gülümseme, histerik kahkahalar atıyor. Saçları tekrar kulaklarına doğru inerken çok mutlu gözüküyor.

***

Metro hattı, Galatasaray taraftarını uzun bir tünele sokuyor. Tünel sola doğru sert bir dönüş yaptıktan sonra Türk Telekom Arena kapılarına giden uzun bir kuyruğa girmek zorundayız. Stadyum, Avrupa'daki tüm modern futbol stadyumları gibi İsveç yapımı bir kahve masası misali önümde dikiliyor. Yolun karşı tarafı upuzun çitlerle kuşatılmış. Birisi bunların tepesine tırmanıp rakip takımın otobüsünü taşlamasın diye çitlerin tepesinde dikenli teller var.

Galatasaray taraftarları bunlara aldırış etmeden çitlere tırmanmış, stadyuma çıkan caddeden aşağı doğru gelen Fenerbahçe otobüsünü taşlamak için bekliyorlar. Bekledikleri sırada çevredeki tezgahlardan aldıkları dönerleri, mısırları yiyorlar; rastgele seçtikleri taşların ağırlıklarını tartarken, etraftan geçen diğer taraftarlarla sohbet ediyorlar.

Başka bir taraftar, stada giden metro hattının bitişiğine yapılmakta olan bir binanın tepesinden paraşüt misali havada süzülen parlak kırmızı alevler bırakıyor. Yanan meşaleler bir an havada kalıyor, sonra kuru bir yaprak gibi yavaşça yere inerek aşağıdaki yola düşüyor. Birileri arada sırada yere fişek atınca neşeli bir koro bağırmaya başlıyor. Köşede toplanmış bekleyen polisler, bu mizansen her tekrarlandığında etrafa biraz daha dikkatli bakıp ağızlarındaki çekirdek kabuklarını gergin bir havayla yere tükürürken ellerindeki gaz tabancaları ve zırhlarla siper alıyor.

Polisin biri, çocuğun tekinden bir paket çekirdek aldıktan sonra çocuğa bir bakıp şöyle diyor: "Seni bir daha burada görmeyeyim."

Toplandığı yerde hıncını çıkarabileceği bir rakip taraftar bulamayan grupların üzerinde çok gergin, garip bir ruh hali oluyor. Bir yandan, Fenerbahçe taraftarı etrafta olmadığı için patlayabilecekleri belirli bir kitle, bir öteki yok. Sonuçta, taraftarlık denen şey "onlara karşı biz" diyerek karşıdakini korkak, ödlek, zavallı ve ezik bir rakip şeklinde tanımlama düşüncesinden kaynaklandığı için bu gerçekten garip bir şey. Diğer yandan, Galatasaray taraftarı 2000 UEFA Kupası yarı finalinde iki Leeds United taraftarını bıçaklayarak öldürdü. Henüz geçen yılki bir maçta çıkardıkları tribün olayları yüzünden bir maçın tamamlanmamasına sebep oldu. 2013'teki Real Madrid deplasmanından sonra İspanyol polisiyle çatıştı ve yorumcuları kulübün şampiyonluk şansı olmadığını söylediği için bir televizyon kanalını bastı. Yorumu yapan kişi, programa canlı bağlanan biri olduğu için stüdyoya girmelerinin bir anlamı olmadığını anlayana kadar bir yere gitmemişler.

*Lütfen bir an durup kızgın bir taraftar çetesinin Lebron James'i eleştiren bir yorumcuyu aralarına alıp onun oynadığı takımı taşıyabilecek, gerçek bir winner ve şampiyon olduğunu söyletene kadar dövmesinin ne kadar acayip bir şey olacağını düşünün.

Aradıkları o ötekiyi -bıçaklamak, dövmek, bağırmak, meşaleler atmak ve düşman gibi görmek istedikleri şey- rakip takım, antrenörler ve onların doluştuğu o otobüste buluyorlar. Araç, büyük bir hızla giderken ani bir hareketle şerit değiştiriyor ve bu sırada Galatasaray taraftarının dikkatle seçtiği taşların etkisiyle takır tukur sesler çıkararak yoluna devam ediyor. Takım aracı olduğu çok belli: Sarı-lacivert renkli lüks otobüs, gri göğün altında parıldıyor. Yoldan geçerken yediği taşlardan parlak rengi biraz soluyor ama taş atanlar sahte otobüs olması ihtimaline karşılık etrafındaki diğer otobüslere de saldırıyor.

Kalabalık kitleler, stadyuma giden yolda duran Dalek görünüşlü polis minibüslerinin önünden ağır ağır geçiyor. 10 yaşından küçük Galatasaray formalı bir çocuk, yüzünde bir gülümseme, bir yandan yürüyor diğer yandan aracı tekmeliyor.

Taraftarlar tribüne geçmeden önce biraz oyalanıyor. Sebebiyse Amerika'daki üniversite futbol maçlarında tribünlerin hemen dolmamasıyla aynı: Seyirciler stada girmeden önce olabildiğince fazla içmekle meşgul. İçeri girerken stadyum yörüngesinde tur atanların boşaltıp bir köşeye attığı içki şişelerine çarpıyorum. Uzun boylu Efes Malt şişeleriyle Tuborg şişeleri yan yana. Bir Johnny Walker Black şişesi, çevik kuvvet polisinin yan tarafına fırlatılmış.

Küfürlü tezahüratlar tüm statta yankılanıyor. Güvenlik görevlileri girişleri kapatıyor. Öğlen saatlerinde hava sıcaktı ama son bir saatte nedense soğuyor. Sol taraftan sağa doğru soğuk bir rüzgar esiyor. Güneş ortalarda gözükmüyor.

Stadyuma girip, içerideki ateşli, öfkeli hatta korkunç kalabalığı kontrol altına almak amacıyla yapılmış kaburgaları, iskeleti ve diğer her şeyi görmek için bir sürü merdiven çıkıyoruz. Her sıranın arka tarafında, insan sürülerinin tribünden aşağıya düşmemesi için yapılmış U şeklinde metaller var. Deplasman tribünün üstüne bir file gerilmiş ki kimse oradakilerin kafasına fişek, koltuk ya da akıllarına artık ne gelirse onu atamasın. İki tarafta da arabayla yıkmaya çalışsanız da geçemeyeceğiniz iki metal kapı duruyor. Türk taraftarlarının bir stadyumun üst taraflarına araba çıkaramayacağını düşünebilirsiniz. Emin olun: Bir fırsatını bulsalar, onu da yaparlar. 

Taraftarın şarkıları sürüyor. Taraftarlar, yapmak istedikleri şeylerin engellemesi için uğraşan herkese meşaleler yakarak cevap veriyor, etrafa kırmızı dumanlar saçılıyor. Meşaleler yakıp Fenerbahçe'ye ve annesine küfürler yağdırmaya, yanlış takımı tuttuklarını söylemeye, takımlarını ne kadar çok sevdiklerini ve doğal olarak rakiplerinden ne kadar çok nefret ettiklerini vurgulamaya devam ediyorlar. Stadın tavanındaki dev ekranda, taraftarları sportmenliğe ve sakin olmaya davet eden bir yazı çıkıyor. Deli gibi yuhalıyorlar.

Türk bayrağı gözüktüğü anda Galatasaray taraftarı sonraki iki saat boyunca yapacağı şeylerin tam zıttı bir sessizliğe boğuluyor. Söylenene göre, bayraktaki ay ve yıldız bir Türk askerinin kanına yansıyan ay ve yıldızı temsil ediyor. Ülkenin marşındaki iki dize aynen şöyle:

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?

İki takım, asker gibi giydirilmiş küçük çocukların elini tutarak sahaya geliyor: Ortaokul çağındaki kısa boylu bir komando, roller coaster'a bile binemeyecek kadar kısa bir helikopter pilotu görüyorum. Fenerbahçeli bir oyuncunun elini tutuyorsa, çocuk da yuhalanıyor. Bulunduğumuz tribünün karşı tarafındaki bir pankartta aynen şöyle yazıyor: "CEHENNEME HOŞGELDİNİZ." Bağıran, tezahürat yapan herkesin söylediği her kelime bana bir ölüm yemini gibi geliyor.

***

Tüm bu karmaşanın ortasında Galatasaray'la Fenerbahçe futbol maçı olarak planlanan müsabakayı bir çeşit kavgaya dönüştürme kararı almış gibi. İlk 10 dakika maçın tamamını özetliyor. Üst üste çıkan sarı kartlar, bir türlü yerden kalkmayan oyuncular ve Fenerbahçeli oyuncuların özgüvenini sonraki bir saat boyunca yerle bir eden, Sneijder'in attığı çok değerli bir gol. Söylenen tezahüratların arasında Ultraslan tribünün orada kırmızı alevlerden bir orman büyüyor. Kızıl duman direkt olarak lüks localardaki seyircileri hedefliyor. Sportmenlik anonslarının, stadyumda olup bitenleri "temizleme" çabasının arkasındaki insanlar bunlar. Oturdukları yerden bir süre için görebildikleri tek şey; duman, alevler ve bandana takmış Galatasaray formalıların kaldırdığı orta parmaklar oluyor.

Galatasaraylı bir oyuncuya her sarı kart çıktığında ya da hakem takımın lehine bir düdük kaçırdığında herkes yumruğunu sallıyor. Tamamen Türk futboluna özgü bir hareket bu: Havada duran görünmez bir kum torbasını öfkeyle, büyük bir öfkeyle tekrar tekrar yumrukluyorlar. Dünyanın bir yerinde; Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye arasında bir yerde, görünmez bir çizgi var. O çizgiyi geçen insanlar birilerini yuhalamak yerine karşısında duran bir kişiyi yere sermek istercesine yumruğunu sallıyor. Görünen o ki hepimiz o çizgiyi geçmişiz, yumruk sallama bölgesinin tam ortasındayız.

Maçın ilk 10 dakikası sanki sonsuza dek tekrarlanıyor. Her 10 dakikada bir sahada bir tartışma çıkıyor ve aralarda da Fenerbahçe orta sahası top kaybedip duruyor. Forma çekmeler, itmeler, göğüs yumruklamalar havada uçuşuyor. Hakem para saçan bozuk bir ATM gibi sarı kartları çıkarıp duruyor. Kalabalık, tekrar tezahürata başlıyor. Bir sürü hakaretin arasında şu dikkatimi çekiyor: "...s*ksin sizi Didier Drogba!"



Fenerbahçe'nin kalesinde Drogba'nın akınlarına geçit vermemek için uğraşan kızgın kaleci Volkan Demirel duruyor. Resmi sayılara göre boyu 1.91 ama futbol ölçeğinde bir metre daha uzun gözüküyor ve bir takım arkadaşı ceza sahasında hata yaparsa boyu iki katına çıkıyor. Savunmacılara bağırıyor, sahanın başka yerlerinde çıkan kavgalara öfkeli bakışlar fırlatıyor ve sürekli olarak dev kılıcını kınından çıkarıp hakemin kellesini uçuracakmış gibi gözüküyor. Volkan'da duruma göre ortaya çıkan, görülebilir bir süper güç var: Öfke saçıyor. Vücudundan çıkan ter bile etrafa hiddet dolu dalgalar yayıyor. Öfkesinin kalıntıları sıcak bir günde bir otobanın tütmesi gibi etrafına saçılıyor. Euro 2008'de Çek oyuncu Jan Koller'i yere çarpınca iki maç ceza almış. 2013'te Galatasaray'ın sağ beki Sabri Sarıoğlu'nu boğazlamış, iki oyuncu da kırmızı kart görmüş. Kalecilerin deli olması alışıldık bir şey ama Volkan o ölçekte bile biraz fazla deli. Erken yenen gol ve dayanıksız Fenerbahçe savunması, sinirle dolu siyah bir kefenle oynamasına sebep oluyor.

İlk 10 dakikadan sonra iki takım üst üste yaptıkları faullerden fırsat buldukça futbol oynamayı deniyor. Drogba'nın bir şutu direkte patlarken golcü oyuncu bugünkü maçta elde edeceği tek gol şansının buhar olup uçuşunu duyuyormuşçasına kulaklarını tıkıyor. Oyuncular bir noktadan itibaren futbol oynayacak gücü kaybedip aptalca bir hırsın yönettiği piyonlar haline geliyor. Sarı kartlar, sarı kartları izliyor ve nihayet o beklenen kırmızı kart çıkıyor. Fenerbahçe kaptanı Emre Belözoğlu oyundan atılıyor.

Dürüst olmak gerekirse Felipe Melo'ya yaptığı sert faul yüzünden onu suçlamıyorum. Karta susamış, sinir bozucu bir dervişe benzeyen maçın hakemi istediğini aldı. Emre bu oyunda onun için sadece bir araç, bir piyondu. Felipe Melo neşeli bir yüz ifadesiyle taraftarına dönerek kararı kutluyor. Bu Fenerbahçe'ye vurulan son darbe. İkinci yarıda rakip tekmelemekten, forma çekmekten, hakemle uğraşmaktan vakit buldukları zaman tesadüfi gol fırsatları yakalayacaklar. Volkan hakeme öfke kustuğu başka bir tartışmadan sonra, sanırım en azından dışlanmış hissetmesin diye, sarı kart görecek.

Maç bitiyor. Stattan çıkan bir Galatasaray taraftarı takımın maçı kazanma biçiminden memnun değil: "ÇOK ERKEN GELDİK!" diye bağırıyor. İnsanların sürü gibi dizilip metroya indiği tünelin orada öncekinden daha da fazla meşale yanıyor. Taraftarlar gri bir dumanın arasından yola devam ediyor. Birkaç Ultraslan üyesi koşarak yanımızdan geçiyor, sonra durup geriye bakıyor ve tüm dünyada "S*çtıklanpolis" anlamına gelen bir ifadeyle koşmaya devam ediyor. Ama ortada ne onları kovalayan biri var, ne de kovaladıkları biri görülüyor. Kimse neden koştuklarını, nereye gittiklerini ya da niçin peşlerinde kıçlarına gaz kapsülü atmaya çalışan 50 tane çevik kuvvet varmış gibi kaçtıklarını bilmiyor.

Bu arada, polisler hiçbir şeye müdahale etmedi. Fazla izdiham çıkmadı. Taraftarlar turnikelerden hızla geçip bir sorun olmadan yola devam ettiler. Futbol, neye isterseniz ona dönüşen bir oyun. Futbol, bu gece Arena'ya giden Galatasaray taraftarı için asla gerçekleşmeyen bir kavgaydı. Fenerbahçe, kelimenin tam anlamıyla, hiç ortalarda gözükmedi. Kendinden başka kavga edecek kimsesi olmayan Galatasaraylılar, İstanbul denen ışık ve su havuzuna doğru geri dönüyor. Metroya binip son hız Galata ve Beyoğlu'ndaki barları dolduruyorlar.

***

Çocuk kitaplarındaki şehirler, görmesi kolay olsun diye uzunlamasına resmedilir. Bunu her hatırladığımda Richard Scarry'nin bir şehri anlattığı kitap aklıma geliyor. Anlattığı yer tek bir şehir gibi değildi. Lizbon veya Pekin, New York veya Paris olabilir. Binaların tepelerinde çatılar, üzerlerinde zikzak şeklindeki eski televizyon antenleri, küçük bacalardan çizgi şeklinde kömür dumanı tütüyor.

Orta katlarda iş yerleri var. İnsan biçiminde bir kedi, bir yayınevinin penceresinden dışarı bakıyor. Bir dans stüdyosu, aşağısında bir lokanta... Onun altındaki kafede başka iki hayvan muhabbet ediyor. Birisi pencereden kafasını uzatmış boş boş sokağa bakıyor. O sokakta ana okuluna giden bir çocuğun yaşadığı yerde görebileceği insanlar; ayı, köpek ve kedi şeklinde olmalarına rağmen dört yaşında bir çocuğun bildiği ve bildiğine emin olduğu meslekleri yapıyorlar. Çöpçü çöpleri topluyor. İtfaiye yangın söndürüyor. Yüzüne üç kalem darbesiyle küçük bir tebessüm yerleştirilmiş polis memuru, yoldan geçen ambulansa el sallıyor.

Onun altında bir metro, sokağın sadece birkaç metre altından geçiyor. Sayfanın en dibinde, içi hayvan silüetinde çizilmiş insanlarla dolu bir tren geçiyor. Yalnız bir ayı gazete okuyor, platformda bekleyen keçinin kaşlarının yayvanlığı metronun gelişini tahmin ettiğini gösteriyor.

Kitaptaki bu kusursuz şehirde, İstanbul'daki köpekler, ateş ya da üç büyük futbol takımı yok. Onların taraftarları da yok. Kimse metronun kapısından dışarı meşale atmıyor, stadyumlarda yumruk sallamıyor, hiç kimse yanlış formayı giydiği için bıçaklanmıyor. Terk edilmiş köpekler, televizyon kanalı basan Galatasaraylılar, biber gazı ve aceleci polis otolarıyla dolu hükümet protestoları, yepyeni bir metro tünelinden fışkıran o ilkel coşku... Hiçbiri kusursuz bir şehrin planında yoktu ama her zaman içeri sızmanın bir yolunu buldular.

Tüylerinizi ürpertecek, insana özgü o duygularla karşılaşacağınız yeri hiçbir şehir haritasında göremezsiniz: Camide dua ederken yere kapanmış bir mümin, bakışlarını çevik kuvvet polisine dikmiş bir kalabalığın gözlerinden fışkıran öfke, futbol severlerin yumruklarını sallayarak yaptıkları hakaretler ve sevgileri karşılığında kan isteyen o şiddet dolu bakışları...

Bunların hiçbiri için haritada yer bulamazsınız. Zaten gerek de yok. Bu anlar o haritaya ya da bir plan ve düzen fikrine uymaz. Bunları o haritaya koymasanız bile canlı bir haritanız olur. Oraya sterilize edilmiş ölü bir düşünce değil, hayatına devam edenlerle dolu cansız bir resim koymuş olursunuz. Daha temiz, daha basit bir dünyada yaşarsınız. Ama o zaman da orası bir şehir olmaz: Hele, İstanbul hiç olmaz.



İkiye bölünmüş, uzunlamasına bir İstanbul istiyorsanız şu şekilde yapmalısınız: Köşedeki alev alev yanan bir yer Galatasaray'ın stadı olmalı. Ait oldukları kıyıdan taşınmışlar ama hâlâ yumruklarını sallıyor, tehlikeli taraftarlık anlayışlarını yontmaya çalışan VIP'lere meşalelerle kafa tutuyorlar. Metrodaki kalabalık, Roma öncesi dönemden kalma eserler için yapılan bir kazı çalışması. Etrafında kafası karışık işçiler ve Kültür Bakanlığı'ndan şaşkın bir görevli duruyor. Bir ejderhayı öldürebilecek kadar sert, çamur rengi kahveler yapan yaşlı amcaları, ezan zamanını beklerken dev camilerde çay içen müezzinleri, geceleri sahil tarafındaki yollarda VW Scirocco'larıyla takılırken gizli gizli bira içip dikiz aynasında saçlarını düzelten elemanları ve tabii ki şehrin her tarafını boğazlayan trafiği de unutmayın.

Taraftarlar bazen Anadolu tarafında, Fenerbahçe stadının orada kavga edecek. Bazen Beşiktaş sokaklarına gelmeye cesaret edecek. Polisler ve planlar devreye girecek ve zaman zaman her şey kırmızı alevler içinde kalacak, tiz çığlıklar yükselecek. Ve bazen de, herkes bunu gerçekten istediğinde, insanlar çılgına dönmeyi reddedecek.

Hava alanına dönüş yolunda zamanı şöyle bir geriye doğru sarıyorsun. O çılgın Agatha Christie otelinden, kıyamet gününü andıran gün batımından tekrar başlıyorsun. Dik yokuşlu sokakları tırmanıp Osmanlı'dan kalma ahşap evlerin, dev inşaat deliklerinin yanından geçiyorsun. Galatasaray'ın mahallesinde yürürken çay sehpalarıyla, sahipsiz tavlalarla dolu sokakları arşınlıyorsun. Her tarafta köpekler uyuyor: Bankaların önündeki paspaslarda, parklardaki çimlerde rahat rahat kestiriyorlar. Bazıları, köpeklerin önemli işlerini hallettiği o yere doğru yürüyor.

Otobüs, Altın Boynuz'a ulaşıp köprüyü geçtiğinde asıl eski İstanbul karşıda uzanıyor. Engizisyon tarafından İspanya'dan kovulan Yahudiler'in yerleştiği mahalleler orada. Sultanahmet ve Aya Sofya'nın helezonları şöyle bir selam veriyor. Onların arkasında Topkapı'nın surları yükseliyor. Yol, boğazdan geçmek için sırasını bekleyen gemilerin doldurduğu Marmara Denizi boyunca devam ediyor.

Deniz kıyısı boyunca zenginler ve bu kadarına sahip olacağını tahmin bile edemeyenler için yükselen yeni apartman ve villalar, inşaat alanları görülüyor. Bazen boş gökyüzünün mavisi ve karanın denize karıştığı uzaklardaki nokta var sadece etrafta. Üç çoban köpeği arka arkaya dizilmiş, şehre doğru yürüyor. Dilleri dışarıda, patilerini yere vura vura yola devam ediyorlar. Onlar da insanlar kadar uzun zamandır buradalar. Öğlen güneşinin altında, canları nerede isterse orada uyuyorlar.


Yazı: Spencer Hall

14 Ekim 2014 Salı

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler