Bizi Twitter'dan takip etmek için: @sotatercuman
Çeviri arşivimize ulaşmak için tıklayın.


Dennis Bergkamp: Benim Hikayem - Şef


28 Eylül 2002’de, üç buçuk yıl önce şampiyonluğu kaybettiği Elland Road'a o günkünden çok farklı bir havayla geri dönen bir Arsenal takımı vardı. Leeds taraftarı misafir takımı alkışlara boğuyordu. Yorkshire'lılar da herkes kadar futboldan anlıyor ve takımlarını 4-1'lik skorla darmadağın eden güçlü, teknik ve yenilikçi oyunun hakkını vermekten çekinmiyordu. Ev sahibi takımın taraftarları Topçular'dan imza almak için sıraya girerken Leeds teknik direktörü Terry Venables, yeni Arsenal'in önceki 10 yılda ligi hakimiyeti altına alan Manchester United'dan çok daha iyi olduğunu ve onların ancak 70'lerin başındaki muhteşem Ajax takımıyla karşılaştırılabileceğini söylüyordu.

O Arsenal kadrosunun Yenilmezler lakabıyla anılması için o günlerin üzerinden iki yıl geçmesi gerekecekti ama onlar neredeyse her hafta futbol tarihine yeni sayfalar ekliyordu. 2001-02 sezonunu duble yaparak kapatan Yenilmezler, Leeds'teki skorla beraber üst üste 47 maçta gol atıyor ve art arda 22. deplasman maçından yenilgisiz ayrılarak Chesterfield ve Nottingham Forest'ın paylaştığı rekoru tarihe gömüyordu. İzleyenlerin çoğu Arsenal'in rahatlıkla ligi kazanacağını düşünüyordu (ama sezon sonunda haksız çıkacaklardı) . BBC'nin web sitesi ise daha o günlerde klişe haline gelen bir soruyu manşetten soruyordu: "Arsenal, İngiltere tarihinin en iyi takımı mı?" Arsene Wenger, o dönem boyunca büyük oyun planının neredeyse mükemmel biçimde uygulanıyor olmasına dikkat çekmemeye özen gösterse de o maçtan sonra takımının tüm sahada pozisyonları değişip her bölgeden tehlike yaratarak "harika bir futbol, Total Futbol" oynadıklarını söyledi.

Şimdi geriye dönüp bakınca, Leeds maçıyla ilgili en dikkat çekici şeylerden biri dördüncü golü getiren Bergkamp tarzı asist: Oldukça uzun menzilli bir ara pas, ev sahibi savunmanın kalbine hançeri saplayıp Kanu'yu golle buluşturmuştu. Ancak o gün, Dennis sahada bile değildi. 33 yaşında bir oyuncu olarak, Şampiyonlar Ligi'nde üç gün önce PSV karşısında alınan 4-0'lık bir başka heybetli galibiyetin ardından Robert Pires ve Freddie Ljunberg'le beraber maçı kenardan izliyordu. Kanu’ya o pası veren oyuncu, Arsenal kariyeri toplamda sadece 12 maç sürecek 19 yaşındaki Jermaine Pennant'tı. Gelecek vaat eden bir diğer yetenek Pascal Cygan da savunmada kaya gibiydi. Arsenal'in oyun hakimiyeti maçın sonlarına doğru öyle bir noktaya geldi ki oyuna sonradan giren Francis Jeffers ile Oleg Luzhny kendilerini Leeds ceza sahasının göbeğinde rahat rahat paslaşırken buldu (Jeffers 32 yaşındayken Accrigton Stanley'e transfer oldu. Luzhny'yse 2002 yılında rezerv takımın sağ bekiydi ve o gün sol açıkta oynuyordu.) Bu dört oyuncudan hiçbiri kulüpte uzun süre kalmadı ya da yenilmez Arsenal'in önemli üyeleri arasında sayılmadı. Ama onlar da muhteşem futbol oynuyorlardı. Peki, bu nasıl olmuştu?

Homeopati ilkelerine göre bir miktar su içinde bulunduğu herhangi bir cismin şeklini alır ve o cisim artık ortamda bulunmasa bile onun özelliklerini korumaya devam eder. Thierry Henry bu durumu çok daha basit bir biçimde açıklıyor: Tüm kadro Dennis Bergkamp'ın etkisi altındaydı. "O, hepimiz için bir örnekti. Normal bir beyne sahip bir insan Dennis'ten bir şeyler öğrenemiyorsa, aptalın tekidir. Sizinle konuşması bile gerekmez. Sadece izleyin. Yanınıza gelmesi bile gerekmiyor. Onu izleseniz yeter!"

Ray Parlour da benzer bir havayla Arsenal'in San Siro'da 5-1 kazandığı maçta Edu'yla beraber Inter orta sahasını nasıl paramparça ettiklerini hatırlıyor. "Kadrolarında pek çok saygıdeğer oyuncu vardı ama ipler bizim elimizdeydi. Bize yaklaşmalarına dahi izin vermedik. Maçtan sonra İtalyanlar şöyle diyordu: "Bütün maçı kontrol etmenizi beklemiyorduk!" Düşünün: Ben o zamanlar, teknik anlamda hâlâ gelişme halindeydim."

Bu gelişme, Wenger sayesinde miydi yoksa Dennis mi?

"İkisi birden. Dennis her zaman büyük bir faktördü. Oyun ve saha görüşü inanılmazdı. Çok, çok zeki bir oyuncuydu. Kulüpteki tüm oyuncuları etkiledi. Wenger de her zaman karşısındakini düşünmeye sevk ederdi. Onun yönetimindeyken her zaman en üst seviyede, en kaliteli antrenmanları yaptık. Hareketli oyunu da her zaman sevmiştir. Oyuncuların maç içerisinde pozisyon değiştirmesini severdi. Boşlukları doldurmak gerek, değil mi? Hızlı hücuma çıkarken "Aaa, şu oyuncunun yerine gitmesi lazımdı" diye düşünüp yerinizde durmazsınız. O boşluğu doldurursunuz. Doğal bir biçimde gerçekleşir. Bu, iyi bir takımın DNA'sında vardır. Sahanın belirli bir bölgesinde oynarken çevrenizdekileri anlama kabiliyetiniz yüksek olmalı. Sol kanatta ya da sol açıkta kim oynuyor genelde bilmezdim ama oradakilerden biri ne zaman çizgiye inse, ben de hemen ceza sahasına ya da arka direğe koşardım. Takımda herkesin bir yeri vardır ve herkes ne zaman, nereye gideceğini bilmelidir. Ve takım olgusu yüksek bir ekipte farklı özelliklere sahip oyuncuların olması gerekir: Dennis veya Pires gibi savunmayı açabilen teknik oyuncular; Patrick Vieira ya da benim gibi oyunu tutan, kritik bölgelerde top kazanan ve iyi savunma yapan işçiler bir arada olmalı."

O günlerde İngiltere'de yeni bir şey yarattığınızın farkında mıydınız?

"Bunu pek düşündüğümüzü sanmıyorum. Her şeyi akışına bıraktık. Futbol oynadık ve oynadığımız oyundan keyif aldık. Herkes topu istiyordu, ki bu çok önemli bir şeydir. O takımda toptan kaçan kimse yoktu. Tabii ki ara sıra kötü maçlarımız oluyordu ama genel olarak çoğu maç iyi geçerdi."

Gol sayısını ve takım üzerindekini hakimiyetini giderek arttırmakta olan Thierry Henry, Hollanda tarzı futbolun hayranıydı ve Arsenal'in kimin adımlarını takip ettiğini de gayet iyi biliyordu. 1999'da Arsenal'e geldiğinde idolü Marco Van Basten'in Euro 88'de giydiği 12 numarayı sırtına geçirmek istemişti. Ama numara dolu olduğundan 14'ü aldı ve Johan Cruyff'un meşhur ettiği sayının futbol tarihindeki büyüsüne birkaç yeni sihir de o ekledi. Cruyff'a gönderme yapma niyeti yoktu ama zaman zaman hızı, becerisi ve kanattan içe doğru topla kat etmesiyle Hollandalı efsaneyi hatırlatıyordu. Ayrıca eski usül Total Futbol'un yeni Arsenal üzerindeki etkisinin farkındaydı. "Cruyff, Barcelona'nın başına geçtiğinde Hollanda stili oyunu oraya götürdü. Arsenal de bu oyunda kendi tarzını yarattı. Arsenal'de oynadığımız 4-4-2'nin o tarza uygun olmadığını iddia edebilirsiniz. Bazen 3-4-3 bile oynardık . Ama dizilişin bir önemi yok ki... Arsene takımını hangi dizilişle gönderirse göndersin, felsefemiz Total Futbol'du. İster 4-3-3, ister santraforsuz 4-6-0... Hiç fark etmez. İkisi de Total Futbol. Her zaman hücum. Hep beraber hücum, hep beraber savunma. Oyunumuzdaki Hollanda felsefesi buydu ama bunu yaparken Total Futbol'a kendi yorumumuzu da kattık.



Çok seçkin bir stil oluşturmuşsunuz.

"Dennis, ben ve Robert, Sylvain Wiltord ile Kanu... Hepimiz birbirimizle uyumluyduk. Birbirimize goller ikram ediyorduk. İnsanlar diğer oyuncuların beni beslediğini söylüyor. Ben de onları besledim. Hem de çok. Kısaca, herkes birbirini besliyordu ama Dennis şefimizdi. O, hepimizi doyuruyordu. O takımın güzelliği de buradaydı. Beraber oynadığımız o 2-3 yıl içinde rakip ceza sahasında paslaşarak kaç gol attık kim bilir... Bam! Bam! Bam! Böyle o kadar çok gol attık ki... Kimse topu uzun uzun ayağında tutmak istemiyordu. Aramızdan birisi topu uzun süre tutarsa, uçak düşüyordu. Felaket! Bütün paslar en geç iki saniye içinde atılmalıydı. Sadece kalenin önünde değil, her yerde. "Bak o boş, hemen ver! Bak şu boş, hemen at!" Çabuk! Bir takım birbirini anladığında, zeki oynadığında ve teknik direktörün belirlediği oyun stiline uyduğunda her şey kolaylaşıyor. Rakiplerimizi bu şekilde açıyorduk. Ve şunu da unutmayın: Highbury'de geniş bir saha yoktu. Highbury'de bunu yapmak hiç kolay değildi. İnsanlar o zamanlar "Savunma yapmıyorlar ki! İşleri kolay" diyordu. Ben de "Evet ama biz çok daha fazla hareket ediyoruz" diyordum."

Arsene Wenger açıklıyor: "Benim sevdiğim futbol; üst düzey tekniğe, bol bol harekete ve geriden kurulan bir takım oyununa dayanıyor. Neden bunu seviyorum? Çünkü bu tip bir oyun sahadaki herkese kendi yeteneklerini sergileme fırsatı veriyor. Kimse kimsenin uşağı gibi oynamıyor." Wenger'e göre savunma futboluyla aradaki felsefi fark burada. "İnsanı bu oyuna çeken şey, topla oynamanın verdiği keyiftir. Profesyonel oldunuz diye bu keyiften ödün vermeniz gerekmez. Burada önemli olan pozitif bir düşünce yapısına ve kendini ifade etme özgürlüğüne sahip olmak."

Wenger sözlerine müzikal bir benzetmeyle devam ediyor: "Benim için futbol takımı, bir orkestradır. Aynı müzikten keyif alıyorlarsa, çaldıkları eserin kalitesi de artar. Bütün oyuncular profesyoneldir. Hepsi Mozart çalmayı, Verdi çalmayı bilirler. Bilgi, hassasiyet ve dışarıdan gelen rehberlik de çok önemlidir. İşte ben de bunları sağlayan orkestra şefiyim."

Takım, altın çağını 2001'den 2004'ün sonuna dek yaşadı. Bob Wilson, Dennis Bergkamp ile Thierry Henry'nin aynı takımda buluşmasının ne kadar büyük bir şans olduğunu bugün bile aynı heyecanla anlatıyor: "Ömrüm boyunca o namağlup sezona benzer bir şey göreceğimi sanmıyorum ve bence o takım hak ettiği değeri görmedi. Belki de tarihin en mükemmel kulüp takımıydı, kusursuz bir el yapımı saat gibiydi. Dennis de, Thierry de olağanüstü futbolculardı ve aynı zamanda takımın harika savunmacıları vardı. Büyük fark yaratan bir değil, birden fazla oyuncu vardı. Vieria, Bergkamp, Henry, Pires... Normal bir dönemde Pires bir süperstar olurdu örneğin. Kesinlikle inanılmazdı." Takım 2002'de duble yaptı, 2003'te FA Cup'ı, 2004'te ligi bu defa namağlup unvanıyla kazandı. Ekim 2004'te yenilmezlik serilerini 49 maça çıkardılar. Sadece Şampiyonlar Ligi kupasına uzanamadılar.

Takımın herkesçe bilinen ölümcül kontrataklarının ritmi London Colney'deki tesislerde prova ediliyordu. Hareketsiz konu mankenleri rakip savunmayı temsil ederken, takım topu sahanın bir ucundan diğerine yedi ya da sekiz saniye içerisinde taşımaya çalışıyordu. 2004'ün şampiyonunu belirleyen White Hart Lane'deki maçta Spurs'ün kullandığı bir kornerden sonra Henry misali ceza sahasından ok gibi fırlayan Bergkamp'ın yarattığı pozisyon Vieira'nın golünü getirmişti. Fakat bunca provaya rağmen; Arsenal çoğu zaman, önce hızla hücuma çıkıp ardından doğaçlama yapıyordu. 

Henry: "Highbury'ye 10 ya da 30 dakika geç kaldıysanız, bu canınızı sıkabilirdi: Çünkü takım genelde 3-0 önde olurdu. Daha maça çıkmadan, 10. dakikada 2-0 önde olacağımızı hissediyorduk. Ne şekilde ve ne zaman gol atacağımızı daha maç başlamadan konuşmaya başlıyorduk. Manchester United'la oynarken bile böyle hissediyorduk. İki üç farkla kazanacağınızı düşünerek sahaya çıkmak... Garip bir şey. Bunu hissettiğiniz sırada pek değerini bilemiyorsunuz ama birbirimize şöyle dediğimizi hatırlıyorum: "Umarım insanlar yaptığımız şeylerin farkındadır." Özel bir şeyler yaptığımızı biliyorduk. Aynı hissi daha sonra Barcelona'da da yaşadım. Hakem maçı bitiren düdüğü çalmak için davranırken içimizden şöyle derdik: "Lütfen üfleme şu düdüğü! Bir dakika daha oynayamaz mıyız? 20 dakika daha oynayamaz mıyız?" Bir şeyde ustalaşmanın güzel tarafı bu. Rakiplerinizin gözlerinde yenilgiyi kabullendiklerini görürsünüz. Gereken sonucu almak için zorlamazsınız. Doğru oyunu oynarken, bir bakmışsınız ki rakip pes etmiş. Zorlamazsınız. Kimseye kabadayılık etmezsiniz. Takımınız iyi futbol oynar, siz de işinizi yaparsınız. Diğer takım da şöyle der gibi bakar: "Tamam, kazandınız, lütfen artık durun." Manchester United kadar çok kupa kazanmadık belki ama benim için kupaların en büyüğü İtalya'da, Fransa'da, İspanya'da insanların beni yolumdan çevirip "Arsenal'i sevmem ama siz oynamasını biliyorsunuz!" demesiydi. Ben rekabetçi bir insanım, çoğu zaman sadece kazanmayı düşünürüm. Ama bu durum benim için o kuralın istisnasıydı."

Arsene Wenger'in oyuncularının (özellikle de hücumcularının) 30 yaşın altında olmasını tercih ettiği herkesin malumu: "Bir noktada oyunculardan şüphe etmeye başlıyorum. Ama Dennis'e olan hayranlığım ve saygım hiç değişmedi. O da konsantrasyonunun düşmesine asla izin vermedi. Elbette, yaş ilerledikçe yani 34-35-36 yaşına geldiğiniz zaman önde oynamak zor. Önemli bir mücadeleden galip çıkma kapasiteniz azalıyor. Ama o, bu değişime çok iyi uyum sağladı. Fiziksel anlamda yaptığı çalışmaları fazla düşürmedi ve muhteşem bir oyun görüşüne sahip olduğu için pas kalitesiyle takıma yarar sağlamayı sürdürdü."

Dennis, 30'lu yaşlarının ortasına gelirken yaklaşan emekliliği üzerine yapılan haberler her yaz döneminin alışıldık bir parçası haline geldi. Ancak o, düşüş beklentilerini önemsemeden oynamayı sürdürdü ve bir yıllık sözleşmelere imza atmaya devam etti. Kariyerinin son maçına 2006'da Emirates Stadyumu'nun açılışında çıktığında 37 yaşındaydı. Ama 2003-04 sezonundan önce az kalsın takımdan ayrılacak, yani Yenilmezler'in öyküsü başlamadan bitecekti. Arsenal yönetimi 2003 yazında yaptığı teklifle mevcut kontrattaki maaşının yarısını öneriyordu. Dennis bu teklifi bir hakaret saydı ve kariyerinde ilk kez temsilcisi Rob Jansen'e bu durumu basına bildirmesi için yetki verdi. Olanlardan dolayı pişmanlık duyan David Dein, durumu hemen o gün içerisinde düzeltti ve Dennis sezon öncesi hazırlık kampına katılacağı tarihi bildirdi.

O takımın Yenilmezler'e dönüşmesine neredeyse engel olacak bir şey daha vardı. Thierry Henry anlatıyor: "Lane'deki maça çıkarken şampiyonluğu garantilemek üzereydik. Wenger'in bütün sezonu kaybetmeden bitirebileceğimizi söylediğini hatırlıyorum ama pek de umrumuzdaydı diyemem. Sanırım dört ya da beş maç kalmıştı. Wenger bunun önemini anlayacak kadar büyük bir tecrübeye sahipti. "Hadi beyler! Sezonu namağlup bitireceğiz!" diyordu. Biz de "Neyse ne. Zaten ligi kazandık, daha ne olsun." modundaydık. Sezonu namağlup bitirmek kulağa güzel geliyordu ama daha çok "Olursa olur" diye bakıyorduk. 2002'de duble yaptığımız zaman da deplasmanlarda namağluptuk. Bence bu da hiç fena değil. İnsanlar bunu unutuyor. Sonraki sezon Arsene'nin aklına bu fikir geldi ve şöyle dedi: "Bu takım sezonu namağlup bitirebilir." Neden bunu söyleyip insanları tahrik etmeye çalışıyordu ki? Tabii ki Arsene’in amacı kimseyi tahrik etmek değildi. Sadece düşündüklerini söylüyordu."



"2004'te şampiyonluğu garantiledikten sonra tempoyu düşürmek gibi bir niyetimizi yoktu. Şampiyon bir boksörü düşünün. Asla eğlencesine maça çıkmaz ama kaybedecek pek bir şeyi de yoktur. Çünkü zaten şampiyondur. Kendi kendine şöyle diyorsun: "Bu adam dripling yapacaksa önünü kapatmama gerek yok. Çünkü gol de yesek, maçı da kaybetsek şampiyon biziz. Taraftarlar bile umursamaz." Bir sonraki maçımız Birmingham'laydı ve Highbury'de oynadığımız en kötü karşılaşmalardan biri oldu. Kimse koşmuyordu. Hem de hiç. Tek pozisyon bile bulamadık. Ardından Portsmouth deplasmanına gittik, ilk devre sonunda 1-0 gerideydik. Herkes birbirini gaza getirdi ve kararımızı verdik: Oynamanın vakti gelmişti. Sezonun kalanında yenilmedik ve herkes hâlâ o takımı konuşuyor. Ama o zamanlar bu tür şeyleri hiç düşünmüyor olmak, şimdi çılgınca geliyor. Ben muhteşem Barcelona takımında da oynama şansına sahip oldum, şampiyon Fransa'da da forma giydim. Oralarda da kimse böyle şeyler düşünmüyordu. Tarih yazmayı falan düşünmüyorsunuz. Tamam, Dünya Kupası'nı kazanıp kupayı kaldırırken aklınıza geliyor ama Arsenal'deyken hiç bunu konuşmadık. Kimse "Ulan hâlâ yenilmedik, inanabiliyor musunuz" demedi. Sonraki sezon Nottingham Forest'ın 42 maçlık yenilmezlik rekorunu kırmamızı asla unutmayacağım. Ama az daha Middlesbrough karşısında bir çuval inciri berbat edecektik: Highbury'de maçın bitimine 27 dakika kala 1-3 gerideyken 5-3 kazandık. (İşte Premier Lig bu!)

Dennis, Yenilmezler için ne kadar önemliydi?

"Çok önemliydi. Sahadaki varlığı, kendine hakim oluşu, oyuna yaklaşımı, zekası... Oyun görüşü... O, her şeyi herkesten 3-4 saniye önce görürdü. Daha soyunma odasında oyunu takip etmeye başlardı! Ona sahip olduğumuz için çok şanslıydık. Burada yaşını değil cesaretini kastediyorum. Oyununun son dönemlerine dair en çok sevdiğim şey, sergilediği tavırdı. Ne zaman kenardan gelip fark yaratması gerekse, fark yarattı. "Ben oynamıyorum. Pozisyon gelirse gol atabilirim ama benden bu kadar" da diyebilirdi. Kaç kere orta sahanın ortasında oynadı biliyor musunuz? Ya da sağında? Adam savunma yapıyordu! İkili mücadele kazanıyordu! Gol atmak için uğraşıyordu! 35 yaşındaki Dennis Bergkamp! Tam da bunlar yüzünden Arsenal'in lideri oydu. Maçın bitimine doğru bir şeyler değiştirmesi beklentisiyle oyuna girdiğinde, her zaman doğru tavırla oynardı. Bundan ve diğer başka pek çok şeyden dolayı onun çok önemli bir oyuncu olduğunu söylüyorum."

2000'lerin başında takımın en çok gol atan oyuncusu sendin. Sahadaki hareketin büyük kısmı senin etrafında dönüyordu ama sana Dennis liderlik ediyordu yani?

"Hele gözlerine baktığım zaman... Birini öldürecekmiş gibi bakardı! İyi anlamda söylüyorum. Dennis böyledir. Onu bu sebepten seviyorum. Maçın bitimine 10 dakika kala oyuna girer, sertliğini hemen gösterirdi. Oyuna duyduğu bağlılığı, hissettiği arzuyu ve sevgiyi görürdünüz. Bir saniye bile oynasa o bir saniyede maçı kazanmak için hamleler yapardı. Gerçekten, o bizim için örnek oyuncuydu. Konuşması gerekmezdi. Takımın içindeki en önemli parçalardandı. Daha az oynaması gerektiğini kabullenmiş, anlamış, buna göre hareket etmiş ve daha çok çalışmıştı! Takıma yeni gelmiş bir çocuk gibi çalışıyordu! Bu, benim için muhteşem bir şeydi. Onunla beraber oynamak bir onur ve ayrıcalıktı."

***

Pek çok insan Yenilmezler'i seviyor ama Arsenal'in Wenger'den önceki menajeri Bruce Rioch'un, takımı futboldaki ideali olarak tanımlaması, ayrı bir anlam taşıyor.

Bruce, Yenilmezler'den söz etmeye başlarken çok duygusallaştı. "Çok güzeldi! Bir baleydi! Bir sanat! Rakiple nasıl isterlerse öyle oynuyorlardı. Bir oyuncunun o takımda olmaktan keyif almaması mümkün mü? Bir menajerin o takımı izlemekten keyif almaması mümkün mü? Herhangi bir takım taraftarının o takımı izlemekten keyif almaması mümkün mü?" Bu sözler için ne diyorsun?

Dennis: Söyledikleri doğru. Bunları Bruce'dan duymak güzel. O iyi bir adam, pişmanlıkları yok ve kimseye karşı kin beslemiyor. Ayrıca haklı da. O zamanlar futbolu baştan yazdığımızı söylediğim bir açıklamama denk geldim. Bence bu da doğru. Arsene'in mükemmele ulaşmaya çalıştığıma dair tespiti, sadece ben değil tüm takım için geçerli. Mükemmele ulaşmaya da çok yakındık. Elbette topa vurmayı bile beceremediğimiz aptalca maçlarımız da oldu ama çoğu zaman inanılmazdık, futbolu oynanması gerektiği biçimde oynamaya çok yakındık.

"Thierry sahaya çıkarken kazanacağımızı hissettiğimize dair bir şeyler söylemiş. Durum gerçekten de bahsettiği gibiydi. Belki kaç gol atacağımızı ya da ne zaman atacağımızı bilmiyorduk ama kazanacağımızdan emindik. Bunu ancak benden ve Thierry'den duyabilirsiniz ama gerçekten akıl almaz bir histi. Sanki Usain Bolt'tuk ve 100 metre koşuyorduk. Bu, bir sporcu için inanılmaz bir şey. Hedef budur. Mükemmeliyet. Biz o yıllarda buna sahiptik. Ligdeki en iyi takım olduğumuzu biliyorduk ve herkes gülümsüyordu, mutluydu. Herkes bir katkı yapıyordu. Muhteşemdi. Topu nereye atmamız gerektiğini ve çevremizdekilerin o topu almak için nasıl koşular yapacağını biliyorduk: Çünkü hepsinin aklından geçenleri de biliyorduk. Bir takımın içinde olmak ilginç bir şey. O zaman bunu sadece yaşıyorduk. Ama geriye dönüp bakınca... İnanılmaz bir dönemdi. İnanılmaz performanslardı. Thierry'nin tüm detayları hatırlayabilmesi bana garip geliyor. Ben geriye baktığımda takıma gelmemle başarılar kazanmaya başlamamız arasında çok kısa bir zaman varmış gibi gözüküyor. Oysa iki buçuk, üç yıl var. Bana sorarsanız, o ara sadece yarım sezon. Sonra başarı geldi. Sonra biraz yavaşladık. Ardından da her şeyin akıp gittiği, belirli bir seviyenin altına düşmeyip kendimizi başka standartlarla değerlendirdiğimiz bir döneme girdik."

Gördüğün ya da oynadığın diğer takımları Yenilmezler'le karşılaştırabilir misin?

"Herkes 1998 ve 2000'deki Hollanda Milli Takımı’ndan bahsediyor ki onlar da gerçekten iyi futbol oynadılar. AC Milan da göze çarpan takımlardan birisiydi ama bana kalırsa öne çıkan takım Guardiola'nın Barcelona'sı. 2009 Şampiyonlar Ligi finalinde Manchester United'ı yendikleri maç... Resmen başka bir gezegenden gelmiş gibilerdi. O saha içi hareketlilik, verkaçlar ve bir oyuncu, Messi... Fırsatını bulduğu her an fark yaratıyordu. İşte diğerlerinin geçmek için çabalaması gereken futbol buydu. Onlar standardı belirledi, diğerleri de bununla başa çıkmanın yollarını bulmak için düşündüler, kafa patlattılar."

Bunların hepsi Hollanda'yla bağları olan takımlar... Yoksa ben mi bu konuya çok takığım?

"Sanmıyorum. Birçok insan Hollanda futbolunu seviyor. Sacchi'nin Milan'ına ya da Guardiola'nın Barcelona'sına bakın. Tesadüf mü? Fransa'nın kaptanı Patrick Vieira'ya en sevdiği oyuncuyu sorun. Frank Rijkaard diyecek. Thierry Henry, Van Basten diyor. Arsene Wenger de Hollanda futbolunu seviyor. Bütün bu takımlar değişik biçimlerde futbol oynayarak fark yarattılar ve birçok insanın hayranlığını kazandılar ama hepsinin kökleri Hollanda futbolunda. Hollanda etkisinin bittiği noktayı görmeye çalışmak da ilginç. Arsenal'de Hollanda nerede bitiyor, Fransa nerede başlıyor? Milan'da Hollanda nerede bitiyor, İtalya nerede başlıyor? Keza, İspanya... Bence birçok büyük takım var fakat hepsi futbolu değiştiremiyor. Manchester United tabii ki büyük bir takımdı ama daha önce yapılandan farklı ne yaptılar? Benim hatırladığım Liverpool, 80'lerin sonunda John Barnes'ın önderliğinde oynayan takımdı. Diğer Liverpool takımları daha çok kupa kazandı ama en güzel futbolu oynayan John Barnes'ın takımıydı. Müthiş pas yapan bir takımdı. Diğer Arsenal takımları da iyi futbol oynayıp kupalar kazandılar. Ama hangisi aklınızda kaldı? İşte o zaman, AC Milan gibi takımlara geliyor ve şöyle düşünüyoruz: "Durun bir dakika, bu adamlar gerçekten oyunu değiştirmişler."



Arsenal taraftarları arasında hanginizin daha iyi olduğuna dair bir tartışma var. Thierry çok mütevazı. Asıl ustanın sen olduğunu, takımın sana ait olduğunu söylüyor. Sen nasıl görüyorsun?

Benim için en kolay cevap Thierry'nin daha iyi oyuncu olduğunu söylemek olacaktır elbette. Birbirimize duyduğumuz saygıdan dolayı bunları söylememiz normal sayılır. Ama bir yandan da Thierry'nin Arsenal'de başardıklarına bakın. Kısa zamanda takımın golcüsü oldu ve kupalar kazandı. Hızı ve bitiriciliği inanılmazdı. Ve kazanma hırsı hiçbir zaman azalmadı. İnsanlar bu konuda beni övüyor ama bir de ona bakın. Antrenmanda yaptıklarıyla savunmaları serseme döndürürdü. Thierry bana her maçta, her antrenmanda bir şeyler kanıtlamaya çalışıyor gibi gelirdi. Bu konuda birbirimize çok benziyoruz. Sadece ben biraz farklıyım...."

O da senin gibi İtalya'da yetersiz bulunmasının ardından Arsenal'e geldi. Başka bir oyuncunun transferi için yapılan bir anlaşma çerçevesinde Udinese'ye kiralık verileceğini öğrendiğinde Luciano Moggi'ye gidip "Ben bir et parçası değilim" demiş ve kapıyı çarpıp çıkmadan evvel eklemiş: "Ayrıca bu takımın formasını bir daha giymeyeceğim ve Arsenal'e gitmek istiyorum." O gece bindiği Paris uçağında tesadüfen Arsene'le tanışmışlar. Ona orada Arsenal'a gelmek istediğini söylemiş.

"Arsene'le uçakta tanışmaları kesinlikle bana benzemiyor! Ama evet, Arsenal'deki başlangıçlarımız benzetilebilir. Kimse ondaki potansiyeli görememişti. Sonra Southampton'a karşı ilk golünü attı. Ardından pozisyonu değişti, rahatladı ve çok mutluydu... Vay be! Gerçekten büyük fark yaratmıştı.

Patrick Vieira'nın kişilik ve oyunculuk olarak idolü Frank Rijkaard'a çok benzediğini söylediğini hatırlıyorum. Thierry Henry'yle Marco Van Basten'i kıyaslarsan ne söylersin?

"Tamamen farklılar. Thierry daha hızlı, becerikli, coşkuluydu. Patlayıcı bir oyunu vardı. Marco takımları, maçları, savunmacıları tek başına bitirebilen tam bir golcüydü. İstese kariyerlerini bile bitirebilirdi! Sahanın belirli bir bölgesinde oynardı. Oysa Thierry'ye daha çok alan gerekiyordu. Bu sayede tüm açılardan savunmayı zorlardı. Sadece futboldan da bahsetmiyorum burada. Karakterleri de oldukça farklı. Thierry'nin saha dışında gerçekçi bir adamdır. O Arsenal'deki en büyük oyuncunun ben olduğumu söylüyor, ben de onu işaret ediyorum. Bir dönem beni Van Basten'la karşılaştırdıklarını biliyor musunuz? Bence iki oyuncuyu karşılaştırmak hiçbir zaman adil değil. Çünkü her oyuncu özeldir ama son 30 yılın en iyi oyuncularına baktığınız zaman neredeyse hepsinin zirvede olduğunu göreceksiniz. Büyük kulüplerde, büyük maçlarda goller atıp iş bitirenler..."

Thierry bolca kullandığı "dondurma tekniğini" anlattı bize.

"Ne?"

Thierry: "Golcülerin çoğu önce topu kontrol edip sonra vurur. Büyük golcüler bu iki hareket arasında durmasını biliyor. Topu kontrol edersin, sonra bir an duraksar ve pozisyonu bitirirsin. Bazen benim de topa hemen vurduğumu görebilirsiniz ama vaktim varsa kesinlikle bir an durup ilerlerim. Kaleciye bakarım. Sonra golü yapmaya çalışırım. Topa bakmam. Nerede olduğunu zaten biliyorum. Tabii aslında bu işi yapmanın iki yöntemi vardır. Romario gibi yapabilirsiniz: O her zaman kalecinin atlamasını bekler, o havadayken golü yapardı. Romario'nun gollerine dikkatli bakarsanız kalecinin havada gafil avlandığını göreceksiniz. İlk yöntem bu. İkinci yöntemse Dennis'le bana ait. Topu kontrol et. Kalecinin üstüne doğru hareketlenmesini bekle. İşte o an, durakla. Durakladığın an kaleciye bak. O an, donup kalır. Onu oraya çivilemek gerekiyor. Bu anın çok uzun sürmesi de gerekmez. Ama kaleci o an donup kalmalı. Diyelim ki üstünüze doğru çıkmış geliyor. Topa bakarsanız, kaleden çıktığı sırada onu kontrol edemezsiniz. Bu yüzden ona bakmanız elzem. Yani... Önce kontrol, sonra kafayı kaldır ve sonra bir anlık bakışla onu olduğu yere çivile.”

"Bir oyun var, neydi ismi? Büyükannenin ayak sesleri miydi? Hani böyle birisine arkadan yaklaşman gerekiyor ama dönüp bakarsa hareket etmen yasak. Kalecilerle de böyle. Birini driplingle geçerken de böyle. Bunun ustası da Robert Pires'ti. Topu kontrol eder, savunmacıya bir bakar ve sonra bir anda vitesi yükseltirdi! Ne kadar zor iş biliyor musunuz? Savunmacıya senle beraber koşması için fırsat verirsen çok kolay yakalanırsın. O yüzden durmak gerekir. Chris Waddle gibi! Sonra tekrar koş. Dur... ve koş! Bir an durduğunuzda tekrar koşması hayli zordur ama kaleciyi ya da savunmacıyı gafil avlamak için gerekli. Dennis bunu iyi anlar, kendisi de kullanırdı! Rakiple biraz kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak gerekir. Kalecilere bunu yapmaya bayılırdı. Benim için bu çok önemlidir. Kaleciye bakmazsanız, vuracağınız köşeyi anlayabilirler. Ama momentumunu kırdığınız zaman, vuruşunuzun o kadar iyi olması bile gerekmeyebilir. Kaleci kim olursa olsun. Herkeste işe yarar. Dennis'i izlerken yaptığı her şeyi kafasındaki bir amaç uğruna yaptığını görebilirsiniz. Topa üç kez dokunması gerekiyorsa üç kez dokunur. Bir forvetin attığı bir golü izlerken baştan sona ne yapmak istiyorsa onu yaptığını görmeyi severim. Dennis'in pek çok golü böyleydi."



Thierry senin de birçok rakibi "dondurduğunu" söylüyor.

Dennis: Bu gerçekten muhteşem... Ben de buna benzer hislere sahiptim ve oyuncularıma da bunu açıklamaya çalışıyorum. Artık bu ifadeyi kullanacağım! Biz "kalenin önüne geldiğinde toparlan, sakinleş ve bir saliseliğine tereddüt et" diyorduk ama Thierry'nin kaleciyi dondur demesini daha çok sevdim! Evet!

Böyle şeyleri hiç konuşmaz mıydınız?

"Hayır. Her gün antrenmandaydık. Kariyeriniz bittiğinde, diğer oyuncular hakkında, oyunları hakkında ve şimdi yaptıkları şeyler hakkında konuşursunuz. Arada bir, bir oyuncu röportaj verirken bir şeyler söyleyebilir ama çoğu zaman işinize bakarsınız. Durduk yere birbirinize "Senle ilgili şöyle şöyle düşünüyorum!" diyecek değilsiniz ya."

Bu durum futbolcular arasında bir kural mıdır?

"Bir kuraldan çok futbol dünyasının hızıyla alakalı. Herkes sürekli olarak bir sonraki maça, antrenmana odaklıdır. Zaman yoktur. Oturup birbiriniz hakkında bir saatlik yorumlar yapamazsınız. Ben böyle bir şey görmedim."

Sanırım sizin takımda durum biraz farklıymış. Sürekli şakalar falan...

Evet bunları yapıyorduk. Ama bazen bir kafa sallama, bir tebessüm iki kişinin birbiri hakkındaki düşüncelerini anlamasına yetiyordu. Orta sahadan birine harika bir pas atarsam, Thierry bana bir an bakardı ve o an, pasın güzelliğini onun da fark ettiğini anlardım. Kelimelere pek gerek yok. Bazen bir kafa sallama, bir tebessüm, bazense sadece bir göz teması yeterdi."

Bob Wilson başka bir dönemde Robert Pires'in süperstar olabileceğini söyledi...

"Robert büyük, hatta müthiş bir oyuncuydu ve oynadığı rol ona çok uygundu. Ama ben etrafındaki diğer teknik ve zeki oyuncuların potansiyelinin tamamına ulaşmasına yardımcı olduğunu düşünüyorum. Bir takımı koşularıyla, paslarıyla, zeka dolu oyunu ve golcülüğüyle tek başına mahvedebilirdi. Evet, gerçekten muhteşem bir oyuncuydu."

Peki kadronun kalanının da bu kadar güzel oynaması nasıl bir histi? Örneğin, Leeds'teki maç...

"Ben Premier Lig'deki her takımın iyi bir ilk 11 çıkarabileceğini düşünüyorum. Ama Şampiyonlar Ligi'nde başarılı olmak isteyen bir takım için bu sayı 12'yle 16 hatta 12'yle 21 arasında olmalı. Bu da tamamen antrenmanlarla bağlantılı. İlk 11'iniz en üst seviyede antrenman yapıyorsa kadronun kalanı da seviye yükseltir. As oyuncunun yerine yedeği geçtiğinde takım aynı seviyeyi koruyabilir mi? Menajer için bu soru her zaman bir bulmacadır. Ben o günlerde Luzhny ya da Jeffers gibi oyuncuların ilk 11'de çıkamayacaklarını ama yüksek seviyede oynamaya yöneltildikleri için takımda yer bulabileceklerini düşünüyordum. Bu çok önemli. Bir menajer için bunu başarmak her zaman en büyük hedeftir. Arsene bu konuda haklı: Bir takım beş ya da altı ana oyuncunun etrafında döner. Bunun ardından en önemli olan en zayıf halkadır. Takımdaki o beş, altı oyuncuyla kalabiliyorsa sorun yok. Ama bir oyuncunun seviyeyi düşürmesinden korkuyorsanız sorun var demektir. Üst seviye oyuncularınız ne kadar fazlaysa o kadar fark yaratırsınız. Diğer oyuncularınızın kendini geliştirme ihtimali de o kadar artar.”

"Arsene'in oyuna saygı konusunda söylediklerini de unutmayalım. Bir ya da iki büyük oyuncunun sazı eline alıp tüm dikkati üzerine toplaması yetmez. Çünkü onlar size en fazla 15-20 maç kazandırırlar ama lig şampiyonluğunu getiremezler. Lig şampiyonluğunu iyi takımlar kazanır. Büyük oyuncuların fark yarattığı ve daha az önemli oyunculara saygı göstererek, karşılıklı saygıya dayanan bir takım ruhu oluşturdukları takımlar kazanır. İşte, bu çok önemli.

Geriye bakınca, hiç Şampiyonlar Ligi kazanmadığını görmek eskisinden de garip geliyor. Genelde bunun sebebinin ilk iki yılınızda Wembley'de oynamanız olduğu söyleniyor.

"Bazı savunmacılarımız Wembley'den nefret ederdi. Çünkü saha daha büyüktü ve çok daha büyük bir alanı savunmak gerekiyordu. Ama bir forvet olarak daha büyük bir alanda oynamayı her zaman sevmişimdir. Stadyumun 70 bin kişilik atmosferini de çok seviyordum. Bence takım olarak kupaya hazır değildik. Orada birkaç yıl oynamış olsak, rakiplerimizi darmadağın ederdik. Thierry, Freddy ya da Robert gibi oyuncuların o hızlarıyla Wembley'de neler yapabileceğini hayal edebiliyor musunuz?"



Arsene'e kariyerinin son yıllarındaki değişimini sorduğumda bana konsantrasyonunun düşmesine asla izin vermediğini söyledi ama sen işlerin daha zor olduğunu söylüyorsun.

"Kulüp sonraki adımda ne yapacağına karar vermeye çalışıyordu. Bence şöyle düşünüyorlardı: "Elimizde harika bir takım var ve Thierry giderek daha da önemli bir oyuncu oluyor. Arsene'in felsefesinde tek bir ana oyuncu bulunmaz. Çünkü işler tek oyuncu üzerinden yürüyorsa, bir zayıf noktan var demektir." Yani ne yapacaklarına karar veremiyorlardı. O dönem bütün tecrübeli İngiliz oyuncular gitmişti ve ben de yeni oyunculara rehberlik edecek kadar genç değildim ama soyunma odasında çok önemli bir etki bırakacağımı düşünüyorlardı. Bir yandan da endişeliydiler: Daha az oynamaya nasıl tepki verecektim? Bence akıllarında bu sorular dolanıyordu."

Senle bu konuların tamamını konuşmadılar mı? Wenger seninle karşılıklı oturup işlerin nasıl gittiğini mutlaka değerlendirmiştir diye düşünüyorum ama?

"Bu futboldaki garip şeylerden biri. Demek istediğim, kimse böyle bir şey yapmaz ki! Ben "Tamam ya, beni 20 maç oynatsanız yeter" diyemeyecek kadar gururlu bir oyuncuydum. Böyle bir şey yapamazdım! İşte maraz buradan çıktı. Tabii ki her maçta oynamak istiyordum. Oynamazsam da Wenger'e kızıyordum. Oynadığımda sakinleşiyordum. Bazen gerçekten aramız bozuk oluyordu. Bir keresinde bana karşı istatistikleri kullandı ve ben de cevap verdim: "O senin istatistiklerinde tek bir öldürücü pasla tüm oyunu değiştirebildiğim de yazıyor mu?" O da şöyle dedi: "Son yarım saatte daha az koşuyorsun, sakatlık riskin yüksek ve hızın giderek düşüyor." Bu sonuncuyu söyleyip dururdu: "Hızın düşüyor." Haklıydı da. Biliyorum. Ama takımda fark yaratan oyuncu da hala bendim... Ters düştüğümüz bazı zamanlar şöyle derdi: "Sadece kendini düşünüyorsun." Kabahatli ben olmuştum yani!" [gülüyor]

Birbirinize sesinizi yükselttiğiniz oldu mu?

"Fazla değil ama oldu. O zaman bile birbirimize olan saygımızı kaybetmedik. Küfür etmedik ya da birbirimize adımızla seslenmedik. Bana oyuna giremeyeceğimi söylediği zaman sesimi yükselttiğim olurdu. Sonradan, ben 35-36 yaşındayken yanıma gelip şöyle demeye başladı: "Oyuna girmek istiyor musun? Yoksa kenarda kalmak mı istersin?" Kararı bana bırakmaya başladı. Ben de genelde "Kenarda kalayım" derdim. O ne düşünüyordu bilmiyorum. Belki de beni oyunda istemiyordu ya da bana çok saygı duyduğu için böyle yapıyordu. Ama o yaşlarda her maçta oynayabileceğimi düşünsem bile işlerin böyle yürümeyeceğini biliyordum.

20 dakika bile olsa oynamak istemiyor muydun yani?

"Yani, oynamazsam çok da umursamıyordum. Kenardaysam oyuna girmek isterdim tabii ama ne karar vereceği çok açık değilse gelir bana durumu anlatırdı. Bana saygı gösterirdi. Aramızdaki tartışmalar futbola ilişkin şeyler yüzünden çıkıyordu. Oynayıp oynamamam yüzünden. Çocukça şeylerdi [gülüyor] ama ikimiz de samimiydik.

O dönem Jose Antonio Reyes senin yerine oynuyordu.

"Evet.

Şimdi insana biraz garip geliyor. 

"Evet.

Yerinde başka kimler oynuyordu?

"Kanu, Wiltord, Henry ve ben vardık ve dördümüz rotasyonla oynuyorduk. Bütün maçları oynayamazsın diyip duruyorlardı işte. Sonra da Adebayor ve Reyes geldi. Ben durumu anlıyor ama içimden de şunu diyordum: "Yapma be patron, burada ben varım. Bir şeyler yapabilirim, fark yaratabilirim." Son dönemimde, maçın son 20 dakikasında eğer işler karışmışsa topu tutmak, oyunun hızını kontrol etmek ve pas ritmi tutturmak için oynuyordum. Birçok oyuncu kolay top kaybettiği için benim oyuna girmem takımı rahatlatıyordu. Benim için de sorun yoktu. Çünkü oynuyordum ve farklı da olsa önemli bir rolüm vardı. Arsenal'deki son iki-üç yılım böyle geçti. Arsene o zamanlar "Artık seni 11 oyuncusu olarak görmüyorum. Takım için elbette önemlisin: Ne yapmak istiyorsun?" dedi. Ben de bir yıl daha oynayıp Highbury'de bırakmak istediğimi söyledim. Burası 11 yıldır benim yuvam olmuştu. Rolümü kabullendim.

Işığın yok olması seni öfkelendirmedi yani?

"Hayır, kabul edilebilir bir durumdu. Tabii, keşke en sonda Şampiyonlar Ligi'ndeki o hayal kırıklığını yaşamasaydık..."


Yazı: David Winner

5 Ocak 2015 Pazartesi

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler