Bizi Twitter'dan takip etmek için: @sotatercuman
Çeviri arşivimize ulaşmak için tıklayın.


Dream Team: Tarihin En Büyük Seyircisiz Maçı

Birazdan okuyacağınız yazı, Jack McCalum'un Dream Team kitabının giriş kısmı ve 28'nci bölümünün çevirisidir.

“Yaşım ilerledikçe yeni şeyler daha az, zamana göğüs geren şeyler daha çok ilgimi çekiyor.”
-JAMES HYNES

“Uçmaktır yaşamak
Yerde ve gökte
O zaman, silkele kanadındaki tozları
Uyan bu derin uykudan.”
-TOWNES VAN ZANDT

“Angola neresidir bilmem. Ama Angola ayağını denk alsın.”
-CHARLES BARKLEY


DREAM TEAM 1992

Charles BARKLEY, 1.93, forvet: Emekliliğinden sonra popülaritesi patlama yapan TNT yorumcusu. Yaptığı vuruşlarla herkesin dalga konusu olmasına rağmen şöhretler golf maçlarında oynamakta inat ediyor. Dream Team’in en skorer oyuncusu. Barcelona günleri, Las Ramblas’da yaptığı delilikler ve Angolalı bir oyuncuya attığı dirsekle hatırlanıyor.

Larry BIRD, 2.05, forvet: Bu kitap yazıldığı sırada hâlâ Indiana Pacers’ın genel menajeriydi ancak takımı eski günlerini arıyor. Barcelona’da sırt ağrıları yüzünden sınırlı katkı verip Olimpiyatlar sonrasında aynı sakatlık sebebiyle emekliliğini açıkladı. O günlerde Patrick Ewing’le kurduğu yakın dostluk, beklenmedik bir gelişmeydi. Antrenmanlardan birinde Chris Mullin’le yaptıkları şut yarışması zaman içinde bir efsaneye dönüştü.

Clyde DREXLER, 2.00, guard: İş adamı, golfçü ve Dancing with the Stars yarışmacısı. NBA’de koçluk yapmayı hedefliyor. Dream Team’in bir parçası olduğuna çok memnun ama takıma geç çağırılmasından şikayetçi. Bir antrenmanda iki ayağına da ayakkabının sol tekini giyip, her şey normalmiş gibi davranmaya çalışmasıyla hatırlanıyor. Michael Jordan’ın kendisinden daha iyi olduğuna inanmıyor.

Patrick EWING, 2.13, pivot: Orlando Magic’in yardımcı koçu. Koçluk görevi için takımın kendisine teklifte bulunmamasından rahatsız. Dream Team döneminde, takım içindeki popülaritesi basına yansıyandan çok daha fazlaydı. Harry ve Larry ikilsinin “Harry’si.”

Earvin JOHNSON, 2.05, guard: Magic Johnson Yatırımları’nın arkasındaki yönetici güç. İş dünyasında büyük bir isim olma hayallerini gerçekleştireli uzun zaman oluyor. “Buranın patronu benim” tavrı yüzünden Dreamer’lar arasında çok sevilmese de HIV ve AIDS konusunda yaptıklarıyla dünya çapında milyonların kalbini kazandı. Bu satırlar yazılırken, Bird’le girdikleri muhteşem rekabeti anlatan bir Broadway müzikaliyle ölümsüzleşmek üzereydi.

Michael JORDAN, 1.98, guard: Charlotte Hornets’in başkanı. Washington Wizards’daki başarısız yöneticilik günlerinin ardından işleri yoluna koymaya çalışıyor. Takımın kendi arasında yaptığı efsanevi antrenman maçında kazandığı galibiyetten sonra Magic’e “Be Like Mike” şarkısıyla serenat yapıp onu çileden çıkarması unutulmaz. Dream Team’in tüm oyuncuları tarafından, takımın lideri ve tarihin en iyi basketbolcusu olarak tanımlanıyor. Ancak Magic kendisinin hakkını vermek konusunda biraz, Drexler ise hayli gönülsüz.

Christian LAETTNER, 2.10, forvet: Duke’dan eski takım arkadaşı Brian Davis’le beraber kurdukları BD Yatırım, pek başarılı olamadı. Bu satırlar yazıldığı sırada koçluk yapmak istiyordu. “Şımarık çocuk” imajını değiştirmek konusunda istekli gözüküyor. Dream Team’e efsane kolej oyuncusu statüsünden girmişti.

Karl MALONE, 2.06, forvet: Büyük maçların büyük oyuncusu. Şimdiki hedefi NBA takımlarından birinde herhangi bir pozisyonda görev almak. Çalışma ahlakıyla Dream Team’in birkaç üyesine de örnek oldu. Jordan’la Magic’in antrenmanlardaki çekişmelerine gıcık oluyordu.

Chris MULLIN, 1.98, guard/forvet: ESPN’deki yorumculuk günleri oldukça güzel geçiyor ama Golden State’teki başarısız döneminin ardından tekrar NBA’de yöneticilik yapabilir. Barcelona’daki olağanüstü şut yüzdeleri (yüzde 61.9 saha içi, yüzde 53.8 üçlük) kendisinden şüphe duyanlara, takıma girmeyi hak ettiğini gösterdi. Kadronun alçak gönüllülüğüyle kalpleri kazanan ismi oldu.

Scottie PIPPEN, 2.03, guard/forvet: Bir dönem ciddi maddi sıkıntılar çekti ama yorumculuk işleri ve reality-show yıldızı olan eşi sayesinde kamuoyunun gözünden asla uzaklaşmadı. Lebron James’in Jordan’dan daha iyi olduğunu söyler gibi oldu, sonra hemen sözlerini geri aldı. Çok yönlü oyunuyla Dream Team’e ait olduğunu gösterdi.

David ROBINSON, 2.16, pivot: San Antonio’da Carver Academy adında bir özel okul kurdu. Hayatının merkezine inancını koymuş durumda. Dream Team’in diğer üyeleriyle pek içli dışlı olduğu söylenemez ama tüm dünyada saygı görüyor.

John STOCKTON, 1.85, guard: Memleketi Spokane’deki ailesine şoförlük yaparak hayatına devam ediyor ve çok mutlu. Kendisiyle aynı üniversiteye, Gonzaga’ya giden yıldız guard Courtney Vandersloot’a mentörlük yaptı. Kırık bacağı yüzünden Dream Team’e katkısı sınırlı oldu.

Chuck DALY, koç: 2009’da kansere yenik düşerek aramızdan ayrıldı. Barcelona’da bir tek mola bile almayacağına yemin etti ve almadı. Herkes onu çok sevdi. Herkes onu çok özlüyor.


GİRİŞ

“Sende o maçın görüntüleri var mı” diye sordu Michael Jordan.

“Evet, var” diye yanıtladım.

“Herkes bana o günü sorup duruyor. Basketbol sahasında daha çok eğlendiğim bir maç olmamıştı.”

Spor tarihinin bir araya gelmiş en dominant kadrosu olarak tanımlanabilecek Dream Team’in eskimeyen efsanesinin göstergelerinden biri; bahsettiğimiz karşılaşmanın gerçek bir müsabaka değil, 1992 Olimpiyat Oyunları’ndan önce takımın kendi arasında Monte Carlo’da oynadığı bir antrenman maçı olması. Dream Team bundan 23 yıl önce tam 14 maç yaptı. Olimpiyat elemeleri kapsamında altı, Barcelona’da altın madalayaya yürürken de sekiz kez parkeye çıktılar ve onlara en fazla yaklaşabilen rakipleri, final maçını 32 sayı farkla kaybeden Hırvatistan oldu. Sadece önceki cümleden de anlayabileceğiniz gibi, yalnızca birbirlerine karşı oynadıkları zaman değerlendirilmeleri mümkün olan Dream Team üyeleri için istatistiki kıyaslamaların genel standartları geçerliliğini yitiriyor.

Birbirlerine karşı oynadıkları o maça ait görüntüler, basketbolun kutsal kasesi olarak tanımlanabilir. O maçın detaylı bir anlatımı ise bu kitabın 28’nci bölümünde yer alıyor.

Dream Team’in bir araya geldiği o yaz, Barcelona bir basketbol fırtınasına tutuldu. Her şey mükemmeldi. Takımdaki neredeyse bütün oyuncular NBA’in tecrübeli yıldızlarıydı ve her biri şöhretlerinin zirvesindeydi. Dünya, NBA maçlarının sadece küçük bir kısmına şahit olabilmenin verdiği açlık ve Olimpiyatlar tarihinde ilk kez profesyonel basketbolcuları izleyecek olmanın uyandırdığı merakla onları bekliyordu. Onlar, dünya çapında üstünlüğü kabul edilen bir ülkenin yıldızlar topluluğuydu.

Daha iyi bir senaryo yazılamazdı. Dream Team’deki yıldızların güçlerini birleştirip kolektif bir çabaya dönüştürmeleriyle ortaya çıkan şey, herkesin beklentilerini aşan bir şova dönüştü. Ve, inanın, herkes gerçekten böylesine muhteşem bir şey bekliyordu. Onlar Folsom Hapisanesi’ndeki Johnny Cash, Fillmore East’teki Allman Brothers, Woodstock’taki Santana’ydılar. “Bugün böyle bir şey olsa,” diyor Larry Bird. “Meşhur reality show’lar arasına girerdi.”

O takımdaki isimler (Michael Jordan, Magic Johnson, Larry Bird, Charles Barkley) geçen 20 yıla rağmen hala basketbol severlerin kulağında çınlıyor, kültür dünyasındaki yerleri eskisi kadar sağlam. Danger Mouse ve Cee Lo Green’in olay yaratan hip-hop ikilisi Gnarls Barkley bunun tek örneği değil. Magic Johnson, Red Hot Chilli Peppers ve Kanye West’in; Scottie Pippen, Jay-Z’nin; Karl Malone, The Transplants’in ve Michael Jordan ismi sayılamayacak kadar çok müzisyenin şarkılarına konu oldu. Brooklyn’li rapçi Nemo Achida, 2011’de yaptığı bir şarkıya gösterişsiz ve ciddi bir oyun kurucu olan John Stockton’ın adını verdi. NBA 2K12 oyununun kapağında günümüzün yıldızları Lebron James, Dirk Nowitzki ve Derrick Rose yerine Jordan, Magic ve Bird vardı.



Dream Team oyuncuları gündemden asla uzak kalmadı, hatta suç haberlerinde bile kendilerine yer buldu. Bir mahkum alnına Jordan’ın Jumpman logosunun dövmesini yaptıralı, Arkansas’da tecavüzle suçlanan bir sanık polislerden kaçışını “Michael Jordan gibiydim dostum. Bir anda kayboldum!” sözleriyle anlatalı çok olmuyor. Bir silahlı soyguncu, 30 yıllık hapis cezasının, sırf Larry Bird’ün forma numarası diye 33 yıla çıkarılmasını bile istedi.

Bütün bu tantanaya rağmen o takım ve o dönem hakkında pek fazla yazılı kaynak bulunduğu söylenemez. Dream Team sosyal medya çağı öncesi dünyaya gelmiş dinozorlara benziyor. Gazete haberlerini saymazsak (“Bird bugün şut idmanı yaptı ama sırtındaki ağrı devam ediyor”), her gün yaptıkları basketbol etkinliklerinin detaylı kayıtları veya Barcelona sokaklarında onlara denk gelen insanların yazdıkları ünlem işaretleri (“AMAN ALLAHIM barda ChazBark’la karşılaştım ve beni yanağımdan ÖPTÜ, gerçekte o kadar şişman değilmişJ) yok. Dream Team’in tarihin ışığıyla aydınlatılması gereken pek çok hikayesi var.

Geçen yıl yurtdışındayken bir barda tanıştığınız o güzel kadın ya da yakışıklı adam gibi, nostaljinin getirdiği o bulanıklığın ortasında daha iyi gözüktüklerine şüphe yok tabii. David Stern o kadro için “Onlar artık kutsal anıların Dream Team’i” diyor. “Onlar teneke trampet savaşa giden devrimcilerdi. İnsanlar; Charles’ın Angolalı’ya attığı dirseği, Michael ve diğerlerinin logolarını pazarlama çabasını, “Niye böyle bir takım gönderiyoruz ki? Diğer ülkeleri küçük düşürmeye çalışıyorsunuz” sızlanmalarını çoktan unuttu. Geçen yıllarla beraber, Dream Team kutsal bir şey haline geldi.”

Bahsettiğiniz hiçbir şey, bu kitabın sayfalarında es geçilmedi Bay Stern. Dream Team sportif ve bürokratik çatışmalar sırasında ortaya çıktı, Olimpiyatlar’dan eve döndüğü zaman trajediler ve spekülasyonlardan etkilendi ve evet, romantik bir sisle etrafı sarılmış durumda. Tüm bunlar, hikayenin bir parçası. Aslında bu kitap o neslin bütün oyuncularıyla yapılan bir röportaj gibi. Çünkü Dream Team’in ana karakterleri aynı zamanda 1980’in ortalarından 1990’lara dek süren basketbolun altın çağının da baş aktörleriydi. NBA’de yaşanan o peri masalı, Dream Team’in Ağustos 1992’de dağılmasıyla beraber sona erdi.

Bu takımın basketbol tarihindeki yerini en güzel ifade eden sözlerden biriyse 5 NBA, 1 NCAA şampiyonluğu ile 3 MVP ödülü bulunan ve sayısız insanın kalbinde yer etmiş bir Dreamer’a, Magic Johnson’a ait:

“Benim için Dream Team, basketbolda yaptığım her şeyin zirvesi. Çünkü bir daha öyle bir takım asla olmayacak. Olamaz.”

*

BÖLÜM 28




“O gün, Chicago Stadium’u Monte Carlo’ya taşıdılar. Yaptıkları şey tam anlamıyla buydu.”

İsmini nedense kimsenin hatırlayamadığı maçın İtalyan hakemi elinde basketbol topu, sahanın ortasına kadar gelip birazdan beraber düdük çalacağı Dream Team’in asistan koçu P.J. Carlesimo’ya “Hazır mısın” dercesine bakıyor. Ancak Carlesimo maça gerçekten hazır mıydı, bugün bile bunu bilmek imkansız: Çünkü kendisi birazdan oynanacak kırk dakikalık maça pek dahil olmayacak, hatta “düdüğü yutmak” tabirine yeni boyutlar kazandıracak bir hakemlik performansı sergileyecek.

Şundan eminim: İtalyan beyefendi az sonra olacakları bilse topu Carlesimo’ya fırlatır, hızlı adımlarla II. Louis Stadı’nın kendisine en yakın çıkışına yönelip mekanı terk ederdi. Çünkü birazdan (kumar masalarına balya balya Frank’lar fırlatanlar da dahil olmak üzere) şehrin en bahtsız adamı o olacak.

İtalyan hakem, topu Patrick Ewing’le David Robinson’ın ortasına fırlattı. Robinson oyun kurallarını daha en baştan hiçe sayarak henüz yükselişte olan topu kendi potasına doğru tip’ledi. Robinson’ın takım arkadaşı Christian Laettner, Beyaz Takım’dan Scottie Pippen’la beraber hamle yaptı ve resmi tarihte bir daha tekrarlanması mümkün olmayan bir olay şu ifadeyle kayıtlara geçti: Laettner boştaki bir topa Pippen’dan önce yetişti. Ardından da topu Charles Barkley’e gönderdi. Pası yakalayan Barkley dengesini bulabilmek için birkaç adım top sürüp Michael Jordan’la Larry Bird’ün arasından potaya yüklendi. Jordan rakibinin bileğine vurdu ve düdük çaldıktan hemen sonra Barkley turnikeyle isabeti buldu.

Chuck Daly, Goodfellas’ın unutulmaz karakterlerinden Jimmy Two Times’ı hatırlatan sesiyle bağırıyordu: “Faulleri de atacaksınız.” Sabahın erken saatleriydi, tribünler neredeyse bomboştu. Daly bu antrenman maçının ciddi bir havada geçmesini istiyordu. Çünkü dünyanın en iyi oyuncularını bile, zaman zaman kalaylamak gerekiyordu. Arenanın fazlasıyla nemli havası, oyuncuları bunaltıyor; hepsinden terle karışık alkol kokusu yükseliyordu. Jordan kenardan havlu isterken, Barkley faul atışını da sayıya çevirdi.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 3 – 0 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Tarihin En Büyük Seyircisiz Maçı, işte böyle başladı.

*

Birleşik Devletler Basketbol Takımı yaklaşık 12 saat önce Fransız rakiplerine karşı bir gösteri maçı yapmıştı. Prens Rainier, doğum gününde kendisine ahbap olarak seçtiği Daly’nin maç boyunca yanında oturup, oyunun heyecanıyla gözünden kaçabilecek küçük detayları kendisine açıklamasını rica etti. Örneğin, koçların maç boyunca kenarda oturması neden gerekliydi ki? Neyse ki Rainier’ye yapılan kısa bir açıklama, bu görevi Daly yerine Dave Gavitt’e vermesi için yeterli oldu.

Birleşik Devletler – Fransa maçı, Monte Carlo’da oynanan bir gösteri karşılaşması nasıl geçebilirse aynen öyle geçti ve bir maçtan  çok bir eziyete dönüştü:  Oyuncular çevre koşullarına (yani Monte Carlo Golf Kulübü’nün engebeli sahalarına ve Jimmy Z adındaki gece kulübünün baslı ritimlerine) uyum sağlamaya çalışıyordu. İnsana yorulması imkansızmış gibi gözüken Jordan bile 18 delikli bir golf maçı için dağ tepe yürüyüp maç saatinden biraz önce salona geldiğinde bitkin haldeydi. Dream Team  maça kötü başlayıp Fransa’nın 8-2 ve 16-13’le öne geçmesine izin vermesine rağmen toparlandı ve maçı 111-71 kazandı.

3500 adet bileti 15 dakikada kapışan seyirciler için ise maçın sonucunun hiçbir önemi yoktu. Portland’da yapılan Tournament of the Americas’da da benzer bir hava yaşanmış, rakip takım oyuncularının en az yarısı bench’e fotoğraf makineleriyle gelip, onlara kahraman muamelesi yapmıştı. Monako kraliyetinden kimse de Fransa’nın onuruna leke sürülmesini umursuyormuş gibi gözükmüyordu. Magic maçtan sonra fotoğraf çektirmek için yanına çıktığında, Prens Rainier küçük bir çocuk gibi neşeyle sırıtacaktı.

Fransa koçu  Francis Jordane herkesten daha mutlu gözüküyordu. NBA yetkilisi Terry Lyons o mutluluğun sebebini iyi hatırlıyor: “Çok heyecanlıydı. Çünkü soyadının Michael’la tanışmak için ona avantaj sağlayacağını düşünüyordu. İki takımın fotoğrafı çekilirken Jordane tabii ki Jordan’ın hemen yanında, kolu da efsanenin omzundaydı.”

Maçın ardından, Daly’nin kötümser yanı baskın çıktı. Koç ertesi sabah kahvaltıdan sonra bir karar aldı: Takımın kendini zorlamasının zamanı gelmişti. Dream Team bu kutsal günden önce de birkaç antrenman maçı yapmış; karşılaşmalar Daly uzatma oynanmasını kabul etmediği için diplomatik beraberliklerle sonuçlanmıştı. Takımlar genelde konferans ayrımına göre seçiliyordu ama o gün Stockton kenarda, Drexler da sakattı. O sakatlık olmasa, o sabah neler olurdu kim bilir. Çünkü Jordan antrenman maçlarında Glide’a işkence etmeyi adeta bir görev sayıyordu. Durmadan Bulls’un kısa süre önce kazandığı final serisini hatırlatıyor, Drexler’ı şu sözlerle tahrik ediyordu: “Hadi! Bu sefer durdur beni.”




(Jordan bugün bile Drexler’ı “atanamayan Michael Jordan” olarak tanımlamayı sürdürüyor. Hatta bunu hiç çekinmeden söylüyor. 2011 yazındaki görüşmemizde şöyle demişti:  “O zamanlar elime geçen her fırsatta Clyde’a meydan okuyordum. 1992’de final serisindeki karşılaşmamızda, herkes bizi kıyaslıyordu. Ben de herkese onunla aramda büyük bir fark olduğunu göstermek istedim. Ben oyunu düşünerek oynamayı biliyordum. Oyunun farklı boyutlarını oynamayı biliyordum. Clyde’ın oyunuysa tek yönlüydü: Kafasını öne eğiyor ve dosdoğru potaya yükleniyordu. Arada büyük fark var.” Drexler’ın bu analiz hakkındaki düşüncelerini zaten biliyoruz.)

Doğulu oyuncuların sayısı Batılılardan iki fazlaydı ve 10 oyuncu arasında yalnızca iki saf guard  bulunuyordu: Magic ve Jordan. Daly, Mavi Takım’a Magic, Barkley, Robinson, Mullin ve Laettner’ı; Beyaz’a da Jordan, Malone, Ewing, Pippen ve Bird’ü vererek kadroları kurdu.

Sonucu ne olursa olsun, bu maça tanıklık eden çok az sayıda insan olacaktı. Salonun kapıları kilitlenmişti. Antrenmanın son kısmına kadar çalışmalar medyaya kapalıydı. ABD Basketbol Takımı’nın yetkilileri, NBA’in İK departmanı ile NBA Entertainment’ın çekim ekibini bile kovalamıştı. Chuck Daly’nin Pistons’da da beraber çalıştığı Pete Skorich, o günü kayıt altına alan tek kameraman olacak, dünya üzerindeki en iyi 10 basketbolcu; kapalı bir evrende, bir salona gizlenmiş küçük bir dünyada birbirlerine meydan okuyacaktı.

Maç başlamadan önce Daly bütün oyunculara mesajı vermişti: “Bugün tüm gücünüzle oynayacaksınız. Bütün gücünüzle...”

*

Drexler’ın yokluğu yüzünden Magic’le Jordan eşleşmişti. Bu ufak değişiklik yüzünden antrenman maçı, gürültülü bir mahalle kavgasına dönüşecekti. Krzyzewski 2011’deki görüşmemizde şöyle demişti: “Bu ikilinin eşleşmesiyle, bombanın pimi çekilmiş oldu.”

Jordan topu yarı sahaya getirirken Magic bağırıyordu: “Haydi beyler! Toplanın.” Magic emekli olarak geçirdiği aylar boyunca bir takıma liderlik etmeyi, bir takımı yönetmeyi; bir takımın sahadaki sesi, enerji kaynağı olmayı özlemişti. Yarım saat önce herkes ağır ağır tam saha turnike çalışması yaparken Magic aniden durup elindeki topu boş koltuklara fırlatarak bağırmıştı: “Biz, buraya çalışmaya geldik!” Bu hareket, baştan savma antrenmanlara verilen bir tepkiydi ve o günün havasını değiştiren de bu an olmuştu. Diğer oyuncuların bu tavrı gerekli görüp görmediği tartışmalı bir meseleydi ama Magic, San Diego’da buluştukları gün Daly’ye bir söz vermişti: Antrenmanlar kesinlikle gevşek yapılmayacak, kendisi bu konuyla bizzat ilgilenecekti.

Laettner’ın savunduğu Bird, sağ tarafta topla buluştu, topu köşede pas bekleyen Jordan’a atacakmış gibi abartılı, hatta teatral bir edayla kolunu savurdu. Adam, vücut fake’lerini tarihteki her oyuncudan daha iyi kullanıyor, nispeten düşük sayılabilecek çabukluğunu telafi etmek için onlara sığınıyordu. Laettner fake’i yedi ve Bird soldaki boşluktan içeri kat edip topu baseline’ın solundaki Malone’a yolladı. Malone şutu, Ewing de rahat bir tip’i kaçırınca Laettner ribaundu çekti.

Magic topu yarı sahaya getirip meşhur Toscanini numarasını yaparak, Barkley’i savunmacısıyla bire bir bırakmak için, Laettner’la Mullin’e sahanın sağ tarafını boşaltmalarını işaret etti. Beyazlar savunmada adamları değişince Bird’le Barkley teke tek kalmıştı. Magic pası atarken talimatı verdi: “İşle orayı C.B.!”  Barkley yukarı doğru bir fake atıp Bird’den kurtuldu ama şutu potaya bile değmedi. Laettner bir ribaund daha çekip turnikeyi bıraktı.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 5 – 0 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Karşı tarafın ana hücum silahı üzerinden hücum etmek NBA’de sıkça uygulanır. Adet burada da değişmedi: Bir sonraki hücumda Malone, Barkley’i sırtına alıp şutu gönderdi ama kolay bir atışı kaçırdı ve şimdiye kadar maçın en iyi oyuncusu konumundaki Laettner ribaundu aldı. Genç oyuncu hemen sonraki hücumda da baseline’da aldığı topla potaya yüklenmek istedi ama Ewing’in omzuna toslayınca kendini sahanın dışında buldu. Magic bir talimat da Laettner’a verdi: “Uygun durumda değilsek, zorlama.” Magic takım arkadaşlarına emirler yağdırmayı liderlik görevinin bir parçası olarak görüyordu.

Topun tekrar oyuna girmesiyle, Magic potaya doğru penetre edip Pippen’la Jordan’ın arasından turnikeyi bıraktı ama herhalde daha zorlama bir atış olamazdı. (Pek çok liderde olduğu gibi, Magic’te de “Dediğimi yap, yaptığımı yapma” kuralı geçerliydi.) İtalyalı beyefendi düdüğünü çaldı ancak kendisi de dahil olmak üzere kimse ne için çaldığını bilmiyordu. Bu tip maçlarda bir strateji uzmanı kesilen Bird düdüğün sebebini stepsmiş gibi göstermek için topu alıp hücumu başlatmaya yeltendi ama Magic çoktan faulü istemişti ki aldı da.

Jordan o kalın sesinde bir şaşkınlıkla sordu: “Faul mü bu şimdi?”

Yıllar sonra başka bir antrenman maçında Magic’i izleme şansı buldum. Bu kez hakemler yoktu ve buna rağmen neredeyse her faul tartışmasından o galip çıkıyordu. Hücumdayken top kendisine gelene kadar inanmaz bir havayla öylece bekliyor, savunmada da kendi yaptığı faulleri geçiştirmek için bilerek oynamaya devam edip aleyhine bir karar çıkınca da mızmız bir çocuk gibi davranıyordu.

Sayı olmadan geçen bir dakikanın ardından Beyazlar hücumdaydı. Pippen’ın Ewing’e vermek istediği topu çalan Barkley hızla karşı potaya gitti. Pozisyonun başında Bird, C.B.’nin önündeydi ama hızlanmasıyla bir anda gerisinde kaldı. Celtics efsanesi, kariyerinin bu döneminde, tır misali potaya giden Barkley’nin önünde durmaya hiç niyetli değildi. Kolay bir turnikeyle iki sayı daha geldi.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 7 – 0 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Jordan bu kez ciddi bir havayla hücuma gelip bağırdı: “Bir, bir!” Pippen sağ tarafta topu alıp fake’iyle Mullin’in ayaklarını yerden kesti ve isabetli bir şutla Beyaz Takım’a ilk sayılarını kazandırdı.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 7 – 2 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Beyazlar’ın sonraki hücumunda her zamanki kurnazlığını gösteren Mullin, potaya giden Jordan’ın topuna müdahele edince topu kapan Barkley yine tüm sahayı geçti. Bu kez Malone ve Ewing’in arasından bir turnike daha bıraktı. Bu basketi bütün büyük oyuncularda bulunan dribbling’i en doğru anda kesme içgüdüsüne borçluydu. Turnike adımlarına faul çizgisinin hemen içinden başlamıştı. “Faul! Faul!” diye bağırması ise düdüğü çıkarmasına yetmemişti.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 9 – 2 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Malone bir başka boş şutu kaçırınca Magic ribaundu alır almaz rakip sahaya yöneldi, hızlı hücumda bomboş kalan Mullin’e topu gönderirken bağırıyordu: “Seni görüyorum, bebeğim.” Mullin isabeti bulamadı ama Barkley ribaundu çekip potaya kat eden Laettner’ı buldu. Laettner’ın atışı da Ewing bloğuna takıldı. Genç oyuncu kollarını açıp bir düdük beklediğini belli etti. Onun hemen ardından, daha etkili takım arkadaşı da itiraza başladı.

“Bu basketti” diye bağırıyordu Magic. Ona göre blok top inişteyken yapılmıştı.

Jordan “Düdük çalmadı” dedi.

Magic “Basketti” diye tekrarladı.

Jordan yine “Düdük çalmadı” dedi.

Ve Magic yine kazandı: Hakem “Top inişte” diyordu.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 11 – 2 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı




Bird, Laettner’ın yanından geçip gittikten sonra sol eliyle attığı garip bir şutu kaçırdı. Sırtı yüzünden acı çektiği, Drexler ya da Stockton oynayabilecek durumda olsa kenarda olmayı tercih edeceği çok belliydi. Laettner diğer potada Magic’den gelen uzun pası turnike ile bitirmek için hamle yaptı ama yine Ewing’in bloğuna takıldı. Bu küçük an, Laettner’ın NBA kariyerinin de bir özeti olacaktı. Ne smaç yapabilecek kadar atletik ne de faul alabilecek kadar sert bir oyuncuydu.

Jordan ona sesleniyordu: “Chris, smaçla şu boku. Smaçla.”

(Jordan yıllar sonra soğuk ve açıklayıcı bir tonla şöyle diyecekti: “O gün Laettner kimin takımındaysa, o taraf kaybederdi. O, takımın zayıf halkasıydı ve herkes onun üzerinden oynardı.)

Bird’ün boş bir şutu kaçırdığı pozisyonda Magic, Pippen’ın tepesine binip topu dışarı tokatladı ve hakem topu Beyazlar’a verirken inanmayan gözlerle etrafına bakmaya başladı. Pozisyonun devamında Ewing nihayet isabeti buldu.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 11 – 4 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Magic potaya yüklenirken Ewing faulü yaptı. Magic’in hakimiyetinde geçen bu şovdan hiç memnun olmayan Malone’un yüzünde tam bu anda sinirli bir ifade belirdi.

Postacı, İtalyan beyefendiye dönüp bağırdı: “Hay sıçayım! Her temasa da faul çalınmaz ki!”

Saniyeler sonra Barkley’in perdesine takılıp, adamı Mullin da Pippen’ı atlatarak turnikeyi bulunca Malone’un morali iyice bozuldu.
                    
Magic savunma için kendi sahasına dönerken keyifliydi. İşler onun için iyi gidiyordu.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 13 – 4 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

(Pippen yıllar sonra Mullin’in oyunu okuma yeteneğiyle ilgili küçük bir itirafta bulundu. “Mullie yaptığı backdoor ve katlarla canıma okurdu. O kadar hızlı değildi ama ne zaman hareketlenmesi gerektiğini çok iyi bilirdi.”)

Şimdi Jordan basketi bulmak istiyor. Ewing’in yaptığı perde üzerinden savunmayı adam değişmeye zorlayıp Robinson’ı karşısına alıyor, gönderdiği üçlük panyanın yardımıyla basket oluyor. Şanslı bir şut bu. Magic hemen bunu belirtiyor. Aklındaki belli: Hemen aynı eşleşme üzerinden sayı bulmayı düşünüyor. Magic’in hızlı bir şekilde çembere gitmesinden çekinen Jordan aceleyle kendi sahasına dönüyor. Ama Magic bir an durup üçlük çizgisinin gerisinden şutu gönderirken, top daha potaya girmeden bağırıyor: “Al bakalım!” Basket.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 16 – 7 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı




1989’un kış aylarında Magic’le Jordan arasında oynanacak teke tek bir maçın televizyondan yayınlanması planlanıyordu. Tabii ancak akılsızlar böyle bir projeyi akıllıca bulabilirdi. Çünkü böyle bir maç hayata geçse, NBA’in yıldız oyuncular tarafından sergilenen tek kişilik bencil bir gösteri olduğu fikrini güçlendirmekten başka bir işe yaramayacaktı. Yine de Magic bu fikre sıcak bakmış, Jordan’ı yenmek için “özel stratejiler” uygulamaktan bile söz etmişti.

Majesteleri ise oldukça isteksizdi. Bu maçın kendisine ufak bir miktar para dışında bir şey kazandırmayacağını biliyordu. Maçı kazansa tarihin bire birde en iyi oyuncusu olarak itibarını sağlamlaştıracak, kaybetse takım odaklı ve bencillikten sıyrılmış oyunu için takdir edilecekti. Tabii bir de küresel ısınma dünyayı eritene kadar Magic’in böbürlenmelerini çekecekti. NBA fikre karşı çıktı ve Oyuncular Birliği maçın basketbolun “çıkarlarına” aykırı olacağını belirtti. Şansa bakın ki o dönem birliğin başkanı Isiah Thomas’tı. Jordan, sırf Thomas’a gıcıklık olsun diye kısa bir süre için fikre sıcak bakıyormuş gibi davrandı. Ama maç oynanmadı.

Jordan’ın, kendisini savunması hiçbir şekilde mümkün olmayan Magic’i perişan edeceğine ise neredeyse şüphe yok.  Magic daha iriydi ama daha güçsüzdü. Jordan kadar yükseğe sıçrayamıyor, onun kadar hızlı hareket edemiyordu. Ayrıca MJ’in yırtıcı içgüdülerine bire bir mücadelelerde kimse karşı koyamazdı.

Ama Magic, o sabah Monte Carlo’daki o ıssız salonda Jordan’a karşı bire bir oynuyordu. Gösteri maçı fikri hayata geçmemiş, ’91 Finalleri’nde Pippen ve Jordan kendisini değişmeli savununca hayalleri suya düşmüştü. Gelin görün ki Jordan’a karşı bire bir oynamak yalnızca hatalı bir strateji değil, aynı zamanda Magic’in basketboluna da tersti. Johson bir arabulucuydu. Onun sloganı herkesi bir araya getirmekti. Lansing’deki Everett Lisesi’nde okurken, okulun müdürü öğrenciler arasındaki ırksal sorunları çözmesi için genç Magic’i göreve çağırıyordu. Jordan diplomasinin dilinden anlamayan klasik bir liderdi. Onunla oynamak için onun seviyesinde olmalı, onun seviyesine çıkmalıydınız. Krzyzewski yıllar sonra şöyle diyordu: “Michael’a duyduğum saygıyı anlatmama gerek yok ama asla kibar bir insan olamadı.”

Magic bu sabahki gibi kendi bölgesinden çıkıp Jordan olmaya çalıştığında, başarısız olmaya mahkumdu.

*

Vergi memurlarını anımsatan bir özgüvenle oynamaya başlayan Jordan maça ısınmış durumda.

Sıradaki hücumu kendisi başlatıp, ardından topsuz bir şekilde içeri kat edip sol kenara açılıyor ve Ewing’den pası alıp kendisine yetişmeye çalışan Magic’in çaresiz bakışları altında isabeti buluyor. Diğer potada ise Magic, Barkley’in sol dipte pozisyon almasını bekleyip ardından pası gönderiyor. C.B.’nin şutu da isabetli.

Magic pozisyondan sonra yine bağırıyor: “İşte böyle.”

Jordan ise bu baskete Malone’u sağ taraftan post-up’a çağırarak karşılık verdi. İçeri inen top Malone’u, Malone da Barkley’nin üzerinden gönderdiği bir şutla sayıyı buldu. Güzel. Eşleşme savaşları sürüyor.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 18 – 11 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Bird sonraki hücumda potaya bir air-ball gönderirken adeta yüz yaşında gibi gözüküyordu. Ama Jordan topu geri kazandı ve sol koridorun boşaltılıp Malone’un Barkley’le bire bir bırakılmasını istedi. Top içeri indiği anda Malone, Barkley’nin eline indirdiği bir darbeyle kendisine boşluk yarattı. Baseline’a doğru dönüp şutu gönderdi ve isabeti buldu.

Jordan “Al bakalım” diye bağırarak birkaç dakika önce salonu inleten Magic’e cevap verdi.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 18 – 13 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Birkaç başarısız hücumun ardından Magic tüm sahayı topla geçip önündeki David Robinson’a pası gönderirken bağırıyordu: “Devam et David!” Robinson bu sözlere itaat edercesine potaya gidip Ewing’e faulü aldırdı.

“Aynen böyle.” Magic’in susmaya niyeti yoktu: “Aynen böyle.” Sonra işi kişiselleştirmeye başladı: “Jordanaire’lar yenik.” Jordanaires, Bulls şampiyonluklar kazanmadan önce Jordan’ın etrafında kurulan kadronun lakabıydı. İsmin asıl sahibi ve lakaba ilham veren ise Elvis Presley’nin arkasında çalan Jordanaires adlı gruptu..

Jordan bu şakayı hiç komik bulmadı ve tam o anda, Tarihin En Büyük Seyircisiz Maçı’nın henüz yarısı tamamlanmışken Magic kendi tabutuna son çiviyi çakmış oldu.

Jordan hakemlere dönüp “Bundan sonra süre tutun” diye bağırdı. Kesinlikle sinirlenmişti ve geri dönüş için yeterince vakit olmasını istiyordu.

Robinson faullerden birini sayıya çevirdi.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 19 – 13 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Bir dakika sonra Barkley sağ tarafta Malone’u bir reverse’le geçince Postacı rakibini faulle durdurdu. Malone, İtalyan beyefendiye dönüp Fransa maçını hatırlattı: “Aynı haltı dün akşamki maçta da çaldın! Saçmalık bu!” Daly, Beyaz takımın faul hakkının dolduğunu söyleyince Malone iyice öfkelendi.

Magic keyifliydi: “Evet” diye bağırıp sataşmaya devam etti: “Bunu sevdim. Bunu sevdim! Burası Chicago Stadyumu değil.” Sözlerinin etkisini artırmak için bir de ellerini çırptı. Beklenmedik bir sataşma değildi ama bir ağırlığı vardı. Jordan kariyeri boyunca hakemlerin kendisini kayırdığıyla ilgili şikayetler duymuştu. Portland’da Michael/Magic/Larry üçlüsü bir fotoğraf çekimi için bir araya geldiğinde Magic espriyle karışık iğneyi batırmıştı: “Michael’a çok yaklaşamıyoruz. Hemen faul oluyor.” Jordan bu tür şeyler duymaktan bıkmıştı, hele de Magic’ten...

Barkley faullerden birini sayıya çevirdi.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 20 – 13 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

İyice deliren Jordan dört savunmacının arasından uçarak bir turnike bıraktı. Ardından Pippen, Mullin’in topu oyuna sokmak için attığı pası kesti. Jordan şutu kaçırdı ama Pippen ribaundu alıp Mullin’e faulü çaldırınca, Jordan coşkulu bir şekilde omzuna vurdu. Barkley baştan ayağa bir havluyla kurulanıp üzerindeki alkollü teri temizlemeye çalışırken, Pippen iki faulü de sayıya çevirdi. Belki de Magic yanılıyordu, burası artık Chicago Stadyumu’ydu.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 20 – 17 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Bird, Robinson’ın kaçırdığı şutun ribaundu aldı. Devamındaki hücumda Jordan isabetli bir şutla farkı bire indirdi. Bunu kişisel bir mücadeleye çevirmekte kararlı olan Magic dönerek içeri daldı ve kötü bir şut atıp kaçırdı. Barkley, Magic’in teke tek oyununa sinirlenmeye başlıyordu ve şikayetlerini daha sonra Jordan’la Pippen’a iletecekti.

Jordan, Magic’in kaçan şutunun ardından sağında Ewing, solunda Pippen, elinde topla tüm sahayı geçti. Bu işin nasıl biteceği belliydi: Pippen pası yakaladı ve sol eliyle muhteşem bir smaç vurdu. (Jordan bile Pippen’ın sol eliyle kendisinden daha iyi smaç bastığını kabul ediyordu.)

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 20 – 21 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Beyaz takım maç boyunca ilk kez öne geçmiş oldu.

Mullin sonraki hücumda içeri girdi ama Pippen’a bir reach-in faul’ü çalındı. Jordan şüpheliydi: “Ben sadece topa dokundu diye gördüm?” Mullin ilk atışı sayıya çevirip ikinciyi kaçırdı.

Bu kez Jordan içeri girdi. Gözle görülür bir şekilde yorgunluğu belli olan Magic artık savunmada zayıf halkaydı. Savunmada ona yardım getiren Robinson’a faul çalındı. Jordan ilk faulü kaçırdıktan sonra Magic topu havaya fırlattı ve çene çalmayı sürdürdü. NBA’de olsa teknik faul olurdu ama burada kim çalacaktı ki?

Daly kenardan tekrar bağırdı: “Biraz odaklanalım.” Herkesin aklı işinde olsun istiyordu.

Jordan ikinci atışı sayıya çevirdi.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 21 – 22 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Malone, Jordan’dan pası alıp attığı turnikeden sonra dengesini kaybedip dizini sert bir şekilde yere vurunca olmayan keyfi iyice kaçtı. Ama ayağa kalkıp hiçbir şeyi yokmuş gibi yürümeye devam etti. Normal bir insan buz bulmak için kenara koşardı. Pippen ve Bird, Malone’un yanına gidip omzuna vurarak destek verirken; Jordan bağırıyordu: “İşte böyle, Karl.”

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 21 – 24 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

*

1992’nin Mart ayında, Dream Team bir araya gelmeden birkaç ay önce ligin koçlarına ve genel menajerlerine şu soruyu yönelttim: Sıfırdan bir takım kuracak olsanız ve Malone ya da Barkley’den yalnızca birini seçme şansınız olsa, hangisini alırdınız? O zamanlar, bu çok büyük bir tartışma konusuydu, hatta o dönem Jordan’ın dünyanın en iyi oyuncusu olup olmadığı bir soru olmaktan çıktığı için dönemin en tartışmalı konusu olduğu bile söylenebilir. “Magic mi, Bird mü” tartışması misali bir potansiyel barındırıyordu: Bay Muhafazakar, Bay Dengesiz’e karşı. Kaslıadam, Uçanadam’a karşı. Olympia, Ribaund Canavarı’na karşı. Bay Güvenilir, Bay Umarım Dün Gece Barda Bir Sarhoşu Dövmemiştir de Antrenmana Gelir’e karşı.

Malone bu anketi 15-7’lik bir sonuçla kazandı. İki tarafın da tercihlerinde benzer motivasyonlar görülüyordu. Malone’cuların hepsi istisnasız, sadık bir askeri hatırlatan özelliklerini öne çıkarmış, Barkley’nin sansasyon yaratmaya müsait kişiliğine kıyasla ne kadar farklı olduğunu belirtmişti. Barkley’ciler ise yeteneğin yerini hiçbir şeyin alamayacağını, Charles’ın çok daha zayıf bir takımla, üstelik kendisine top getirecek John Stockton gibi bir oyuncunun yokluğuna rağmen daha büyük işler başardığını söylüyordu. Tipik bir Malone’cudan gelen cevap şöyleydi: “Barkley bu sene Sixers’da o kadar çok saha dışı sorun yaşadı, öyle mutsuz oldu ki artık bunlar oyununa etki ediyor. Postacı söz konusuyken ise her gece en iyi oyununu oynayacağını biliyorsunuz. Maçtan sonra ne olacak diye endişelenmiyorsunuz.” Barkley savunucularını da şu sözler özetliyor: “Barkley’nin sahaya yürek koymasını seviyorum. Boy dezavantajını aşması, bir maçı tek başına koparabilmesi hoşuma gidiyor.”

Sanırım soruyu sıfırdan bir takım kurmak üzerinden sorduğum için kazanan Malone oldu. “Hangisi daha iyi oyuncudur” desem sonuç farklı olabilirdi. Malone 19 sezon basketbol oynadı ve bu 19 sezonun neredeyse her maçında forma giydi. Kaslı vücudunu salondaki çalışmalara borçlu bu Louisana’lı, döneminin maçlara en iyi hazırlanan oyuncusuydu. Barkley ise tam tersi, yalnızca çaylak yılında 82 maçın tamamında oynayabilmişti. Maçlarda delirmişçesine oradan oraya koşuyor ama saha dışında kendine bakmıyor, sürekli bir yerleri sakatlanıyordu.

Onca yılın ardından, ikisinin de kariyeri tamamlanmış, elde bir sürü istatistik varken bile bu seçimi yapmak oldukça zor. Malone maç başına 25 sayıyla Kareem Abdul-Jabbar’ın ardından NBA’in tarihinin en skorer ikinci oyuncusu olmayı başarmışken, Barkley’nin ortalaması 22.1 ama ribaundlarda da rakibini 11.7’ye 10.1’le geride bırakıyor.

İkisi de baskı altında erimekle suçlandı. Pippen, Jazz-Bulls final serisinin bir Pazar günü oynanan ilk maçında Malone’a şöyle demişti: “Postacı, Pazar günü çalışmıyor.” Malone bu sözlerin ardından çok önemli iki serbest atışı kaçıracak, o cümle dilden dile yayılacaktı. Ama tabii yukarıdaki suçlamanın daha çok ikisinin de şampiyonluk kazanamadan emekli olmalarıyla ilgisi var. Büyük resme bakıldığında ikisinin de playoff istatistiklerinin normal sezonla neredeyse aynı olduğu görülüyor. Bill Simmons ansiklopedik kitabı The Book of Basketball’da Malone’u 18’nci, Barkley’i 19’ncu sıraya koyarak neredeyse yan yana getirip en isabetli kararı vermiş gibi gözüküyor.

Malone'un, yalnızca serbest atış çizgisinden kaçırdığı için, maç sonlarında sürekli faullere maruz kalıp, Wilt Chamaberlain benzeri bir kadere sahip olacağı düşünülüyordu.  Ama Postacı müthiş bir irade ve çalışmayla NBA tarihindeki ortalama bir oyuncu kadar iyi bir serbest atışa sahip oldu. O dönem yüzde 54.8 olan ortalamasını kariyeri bittiğinde yüzde 74.2’ye çıkarmayı başarmıştı. Yaşadığı bu gelişme, kariyerini tanımlayan dönemeçlerden biri oldu. Malone bugün bile tüm zamanların serbest atışlardan en çok isabet bulan oyuncusu olarak zirvede yerini koruyor. Savunmanın, durduramadığı bir oyuncuya faul bile yapamaması gerçekten büyük bir sorun.

Ama spordaki o temel soru asla yok olmuyor: Kim daha iyiydi? Sopayı, topu bir tek kişinin eline teslim edebileceğiniz o an geldiğinde, kimi seçerdiniz? Bu medyanın yarattığı bir soru değil, bu oyuncuların yarattığı bir sorun. Jack Nicklaus yirmi yıl boyunca profesyonel golfü hakimiyeti altına aldı, 46 yaşında bir Masters kazandı, asla gereğinden güçlü bir vuruş yapıp dizlerini sakatlamadı ya da fazla azgın bir libido yüzünden özel hayatıyla medyaya malzeme olmadı ama o topun o deliğe girmesi için gereken mucize vuruşun zamanı geldiğinde çoğu oyuncu Tiger, bu vuruşu sen yapsana demez mi? Topu Jim Brown’a teslim etmez mi? Vuruş için Ted Williams’ı sahaya göndermez mi?

Basketbolcular bu soruya dürüstçe cevap verseler, her birinin o topu Jordan’a teslim edeceğinden şüphem yok. Magic veya Bird? Bu iddiamı temellendiremem ama Magic’in daha büyük bir kariyeri olmasına rağmen Bird’ü seçeceklerini tahmin ediyorum. Bu seçim günümüzde Kobe Bryant’la Lebron James arasında yapılıyor ve eminim çoğu kişi Bryant diyecektir. Demeyenler de Dwyane Wade veya artık Dirk Nowitzki’yi tercih edecektir.

Diğer seçimlerimden ne kadar eminsem, “Barkley mi, Malone mu” sorusunun da Barkley lehine sonuçlanacağından o kadar eminim. Charles’da, Malone’da olmayan tanımlanamaz bir şey vardı. O bir şekilde daha iyiydi. Bir organizasyon için daha önemli, daha güvenilir ya da uzun vadede iyi olmadı. Ama daha iyiydi.

Drexler 2011’deki konuşmamız sırasında Barkley’le ilgili göreceli ama oldukça basit bir analiz sundu: “Charles, Karl gibi çalışsa, kendine baksa yani yapması gerekenleri yapsa; Charles olmazdı. O yaratıcı bir oyuncuydu. Yaratıcı insanlar kendi hızlarında, kendi yöntemleriyle çalışmak isterler.” Aynı sebepten ötürü şairlerden diagram cümleleri yazmalarını istemeyiz.

Dream Team mensuplarının içerisinde Charles’a en büyük iltifatı yapmaya yaklaşan isim, Laettner oldu. Kendisine herkesin Jordan’ı en iyi olarak gördüğünü rahat bir şekilde söylediğim sırada, Laettner bir dakika boyunca dudaklarını ısırdı ve düşündü. “Sanırım, evet” dedi. “Charles’ın çok çok küçük bir farkla önünde, en iyisiydi.” Bu cümlenin sebebi belki Jordan’a kıyasla Charles’a çok daha yakın olmasındandı, belki de yalnızca samimi fikri buydu.

*

Jordan ve Pippen hücumu beraber başlattılar. MJ, Barkley’e dönüp “Yoruldu” dedi. Bulls formasıyla kaç kere bir rakibe şöyle bir bakıp nefesinin kesilmeye başladığını ve birazdan maçı hakimiyetleri altına alacaklarını fark etmişlerdi acaba?

Barkley bu sözlerden hemen sonra, Jordan’ı yalanlamak istercesine potaya yüklendi. Malone istatistik kağıdına bir blok yazdıracakken faul yaptı. Magic’ten ipucunu alan Postacı topu sertçe havaya tokatlamıştı. Kan ter içindeki Barkley’i serbest atış çizgisinde yakalayan Jordan öldürücü darbeyi vurmak için konuşmaya başladı:

“Bu yorgun adam, genelde serbest atışları kaçırır.” Majesteleri, bu tür konularda laf sokmayı seviyordu. “Şimdi birinci, sonra ikinci” deyip iki parmağını Barkley’e doğru sallamaya başladı. Barkley ilk atışı sayıya çevirip Magic’in neşesini yerine getirdi ama ikinci atış neredeyse potaya girecekken Ewing’in hışmına uğradı.



Sonraki hücumda Bird bir şuttan daha yararlanamadı ama kabus gibi geçen bu maçtan kendisi için küçük de olsa bir tatmin çıkarmaya karar verdi. Magic sahanın sol tarafında kendine özgü dribbling’ini yaparken bir anda Laettner’ın arkasından çıkıp topu çaldı. Çalarken Magic’e hafifçe çarpmıştı ama İtalyalı beyefendi bile buna bir faul çalmazdı. Magic dengesini kaybedip yere düşerken Bird karşı sahaya doğru uçuşa geçti. Barkley peşindeydi, tabii peşinde kelimesini daha hafif bir anlamla düşünmek gerek. (Aslında bakarsanız uçuşa geçmek ifadesini de daha hafif bir anlamda kullandım.) Bird kendisini takip eden Jordan’a bir back-pass verecekmiş gibi yapıp fake’i attı ve Barkley tüm vücuduyla bu fake’i yiyip serbest atış çizgisinin orada kilitlenince, Bird bomboş turnikeyi bıraktı.

Jordan bağırıyordu: “Harika be Larry! Onu potaya kadar götürdün. Sende hala iş olduğunu biliyordum.”

(Yıllar sonra maçın bir kısmını Mullin’le birlikte izliyordum. Bird’ün geri dönüşünü yaptığı o pozisyona geldiğimizde, Mullin eşine seslendi: “Hayatım gel de şunu izle. Bak, Larry ne yapıyor.” Ardından pozisyonu birkaç kere daha geri sardık. Mullin ve eşi hayran oldukları Bird’ün yaptıklarını izlerken mutlulukla gülümsüyordu. Bundan birkaç ay sonra o anı Jordan’a hatırlattım. Bir anda canlandı. “Maçı kazandıran şuttu, değil mi” diye sordu. Pek de öyle sayılmazdı. Ama Jordan çoktan havaya girmişti, beni dinlemiyordu bile. “Larry böyledir işte” dedi. “Öyle harika işler yapardı. Larry Bird, budur.”

 Magic Johnson’ın Mavi Takımı 22 – 26 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Önce Laettner iki serbest atışı sayıya çeviriyor. Ardından karşı potada Jordan, Malone’a bir isabetli şutun daha asistini yapıyor. Barkley sıradaki hücumda şutu kaçırınca, cimnastik geçmişine sahip bir dev olan David Robinson; Ewing’in üzerinden topu panyaya çarptırarak tamamlıyor.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 26 – 28 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Jordan bir sonraki hücumda tepeden bir üçlük gönderdi. Mullin tam o sırada el göstermek için dışarı doğru fırladı.

Jordan top havadayken bağırıyordu: “Artık çok geç.”


Magic Johnson’ın Mavi Takımı 26 – 31 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Şimdi bol bol Jordan’ın sesi duyuluyor. Efsane, takımını yüreklendirmek istiyor, kanın kokusunu alıyor. Magic arkası dönük hücum etmeye çalışınca Malone savunmada adamını değişip Johnson’ı karşısına alıyor. İtalyan beyefendi düdüğünü çalıyor ve Postacı üstündeki atleti çıkarıyor.

“Ya, yeter be kardeşim. Şu boktan düdükleri çalıp durma.” Jordan, Malone’la hakemin arasına girmek için atılıyor ve şöyle diyor:

“Karl, boşver. Adamı korkutma. Ona ihtiyacımız olabilir.”

Malone’un cevabı net: “S*keyim onu!”

Magic faul çizgisine giderken P.J. Carlesimo’nun ağzındaki düdük biraz olsun kıpırdıyor. Yüzünde memnun bir gülümseme var.

Magic ilkini atıyor, top şöyle bir çemberi dolaşırken Jordan çıkarmak için potaya uzanmaya çalışıyor ama olmuyor. Ewing’e “Çıkar şunu” diye bağırırken... Çok geç. Magic ikinciyi de atıyor.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 28 – 31 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Pippen, Ewing’in yaptığı perdeden çıkıp şutu sokuyor. Diğer potada, Magic’in attığı bir pası yakalayamayan Mullin topu Bird’e kaptırıyor. Jordan hızlı hücuma çıkarken Ewing’e sol taraftan eşlik etmesini işaret ediyor ve Patrick birkaç küçük adım attıktan sonra şutunu sokarken onu keyifle izliyor.

Birkaç kişi hep bir ağızdan “Steps” diye bağırıyor ama düdük yok.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 28 – 35 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Ewing’e çalınan bir faul sayesinde Robinson tekrar çizgiye gelecek. Jordan rahat: “Sorun yok” diyor. “Bakalım atabilecek mi?” Hançerin ucu saplanmış durumda, sıra döndürmeye gelmiş. Robinson iki atışı da sayıya çeviriyor. Diğer potada Jordan’dan pası alan Malone, Barkley’e faulü çaldırıyor.

Mavi takım soruyor: “Atış mı?”

Düdükleri Magic’ten devralan Jordan cevaplıyor: “Evet, iki atış.” Malone ikisini de kaçırıyor. Barkley ikincinin ribaundunu alıp sahayı geçerken ileride bekleyen Laettner’a pası veriyor.  Laettner potaya yükleniyor ama sayı yok. Jordan onu faulle durduruyor. Smaçla şu boku, Chris.

Magic çaresiz bir halde maçın kontrolünü tekrar almak istercesine bağırıyor: “Her seferinde böyle! Her seferinde!”

Maç boyunca hiç sesi çıkmayan Laettner, iki serbest atışı da sayıya çeviriyor.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 32 – 35 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Topa hamle yapmak isteyen Magic’e faul çalınınca İtalyan beyefendiyi kovalama sırası ona geldi. Magic serbest atışta Ewing’in yanına durup rakibi kendisini box out etmeye çalışırken kolundan itiyor. Jordan ikisini de sayıya çevirince Magic’in kafasından dumanlar çıkıyor.

Diğer potada, İtalyan beyefendi anlaşılmaz bir şekilde Robinson’a hareketli perde yüzünden hücum faul çalınca Jordan’ın keyfi yerine geliyor.

Ellerini çırparken “Adamım benim” diye bağırıyordu. “Adamım, adamım, adamım, adamım.” Ona ihtiyacımız olabilir.

“Chicago Stadyumu” diye bağırdı Magic. Cephanesi bitiyordu. Şikayet etmekten başka çaresi kalmamıştı.

Malone, Barkley’i sırtına aldı ve düdük çaldı. Bu kez Barkley, İtalyan beyefendiye saldırıyordu. “Yapma be! Bir şey yoktu!” Bir an için Barkley adama vuracakmış gibi bir görüntü oluştu. Ne de olsa bu konuda da bir sicili vardı.

Malone ilk atışı kaçırdı.

Bu sırada kenardan bir ses duyuldu: “Daha çok vakit var.” Konuşan büyük olasılıkla Krzyzewski’ydi.

Jordan bağırarak cevap verdi: “Çok zaman falan yok! S*keyim çok zamanını.” Saate bakılırsa 1:21 kalmıştı. Malone ikinci atışı sayıya çevirdi.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 32 – 38 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı
 
Sıradaki hücumda Laettner dönerek garip bir turnike attı. Daly tribünde bir aşağı bir yukarı yürüyor, yumruk yumruğa bir kavga çıkmadan ya da bir oyuncusu İtalyan beyefendiye saldırmadan maç bitsin diye dua ediyordu.

Robinson serbest atışları atmak için çizgiye gelirken Jordan’la Magic tekrar atışmaya başladı. Magic’in sesinde ufak bir farklılık duyuluyordu.

“Bu yaptıkları Bulls Stadium’u buraya taşımak. İşte yaptıkları bu. Başka hiçbir şey değil.”

Jordan havluya uzanırken yanıtladı: “90’lardayız, farkında mısın?”

Robinson bu sırada iki atışı da sayıya çevirdi
.
Magic Johnson’ın Mavi Takımı 36 – 38 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Jordan topu rahat rahat sektirip şut saatini geçirirken, bir yandan Magic’i sinirlendirdi. Sonunda soluna gidip bir şut çıkardı ve Laettner’dan faulü aldı. Şutu atmadan hemen önce Magic bir şeyler konuşmak için yanına gitti. İkisi de halinden memnun gözükmüyordu.

Jordan ilk atışı sokarken Magic hala konuşuyordu. Jordan topu alırken İtalyan beyefendinin omzuna hafifçe vurup “Çok iyi adam” dedi. Sonra da ikinci atışı sayıya çevirdi.

Chuck Daly maç saati 00:00’ı gösterince rahat bir nefes aldı. İki eliyle iki potaya doğru şut atarcasına işaret ederek oyunculara antrenman sonrası rutinlerini yapmaları talimatını verdi ve Tarihin En Büyük Seyircisiz Maçı’nı bitirdi.

Magic Johnson’ın Mavi Takımı 36 – 40 Michael Jordan’ın Beyaz Takımı

Ancak maç bitmedi ve hiçbir zaman da bitmeyecekti.

Jordan terini kurularken “İşte böyle Beyaz Takım” diyordu. Bir aşağı bir yukarı yürürken bir yandan havluyla terini siliyor, bir yandan da gördüğü her şeyin hakimi olmanın keyfini çıkarıyordu. Magic, Barkley ve Laettner ona hiç ilgi göstermeden serbest atış çalışmaya başlamıştı bile.

Magic şöyle diyordu: “Her şey de Michael Jordan’la ilgili zaten. Her şey...”

Şaka yapmıyordu. Gerçekten kızgındı.

Jordan kenarda volta atarken bir bardak Gatorade doldurdu ve o dönemki reklamın meşhur şarkısını söylemeye başladı: “Bazen, hayal ediyorum...” Jordan’ın Gatorade’le yaptığı yeni milyon dolarlık anlaşma için iyi bir tanıtım hamlesi gerekmiş, görev Bernie Pitzel adlı yaratıcı bir dehaya verilmişti. Animasyon film The Jungle Book’taki maymun şarkısı I Wan’na Be Like You’dan (Senin Gibi Olmak İstiyorum) esinlenen Pitzel, Chicago’daki favori restorantı Avanzare’de otururken masadaki peçeteye şarkının sözlerini yazmıştı.

Bazen, hayal kuruyorum                                                        Sometimes I dream
Michael gibi olabilsem diye                                                  If I could be like Mike

Magic vücudundan terler fışkırıp ensesine bir havlu atmış, yapış yapış nemli salona bakarken karşısında onu görüyor: Kazanan takımın kaptanı Jordan, kendisine milyon dolarlar kazandıran bir içeceği yudumluyor, yalnızca kendisi için yapılmış bir şarkı söylüyor. Yalnızca Jordan’ın yapabileceği bir şekilde gözüne soktukça sokuyor, soktukça sokuyor. Otobüste otele dönüş yolunda değişen bir şey var mı? Hayır, Jordan şarkısını söylemeye devam ediyor: Michael gibi olabilsem... Michael gibi olabilsem...

*

Maçın yankıları sonraki birkaç gün boyunca sürdü. Michael ve Magic aynı pervasızlıkla birbirlerine sataşmaya, aralarındaki sözlü savaşı kazanmak için uğraşmaya devam ettiler. Takım içinde oynanan ve aslan yürekli ama yetersiz İtalyan bir beyefendi tarafından yönetilen bu maç da sonraki yıllarda bir gizem perdesinin ardında kalıp basketbol efsaneleri arasında yerini aldı. Laettner seneler sonra o maçı tarif ederken “bir çeşit şehir efsanesi gibi” diyecekti. Tıpkı şehir efsanelerinde olduğu gibi maçla ilgili bazı detaylar, başka günler oynanan maçlardan anlarla karıştı. Magic bile When the Game Was Ours kitabında o günü anlatırken birçok detayı doğru anımsayamayacaktı.

Ve şunu da söylemeli: O gün sahada olmaktan herkes memnun değildi. Karl Malone “Böyle şeylerden kim hoşlanır, ona bir bakmak gerek” diyordu. “Tam da dedikleri gibi, bu tip şeyler onların harcı.” Postacı burada “onlar” derken Magic’le Jordan’ı kastediyor elbette. (2011 ‘in bahar aylarında yaptığımız görüşme sırasında, maçın görüntülerinin bir kısmını izlemek isteyip istemediğini sordum. Cevap “Benim ilgimi çekmiyor” oldu.)

Ancak trash talk’tan hiç hoşlanmayan Krzyzewski o maçı keyifle hatırlıyor, neredeyse her detayı anımsıyor. İkimiz de o maçın sanatsal bir zafer olmadığı konusunda hemfikiriz. Ama önemli nokta o da değil.

“Arada bir alakasız bir şeyler yaparken, aklıma o maçtan bir cümle geliyor” diyor Krzyzewski. “ ‘Monte Carlo’yu Chicago Stadyumu’na çevirdiler.’ Bu cümleyi ne zaman hatırlasam gülümsüyorum.”

“Birçok oyuncu televizyon kameraları orada olduğu için trash talk yapar. Ama o gün salonun kapıları kapalıydı. Orada mesele kişiseldi. “Ben bunları yapabiliyorum, nasıl karşılık vereceksin?” O gün bana kişisel rekabetleri kabullenmek konusunda çok şey öğretti.”

“Eğer birisi o maçın seslerini olduğu gibi kaydedebilse... Yani oynanan basketbolu kaydetmesi gerekmezdi. Yalnızca sesleri duymak bile paha biçilemez olurdu.”

Bende orijinal kaset bulunuyor. Onu DVD’ye çevirip bir uzmanın sesleri ayrıca bir CD’ye kaydetmesini sağladım. Her ses duyulmuyor belki ama duyulabilecek çoğu şeyi yakaladım.

Bu maç basketbolla ilgili değildi. O gün mesele, o adamların oyun için sahaya koyduğu yürek, kazanmaya verdikleri önem ve kişisel hırslarıydı. Zaman zaman kelimenin tam anlamıyla çocukça davrandılar. Ama oynadıkları oyun zaten bir çocuk oyunuydu. Onlar da zirveye çıkmak için çocukça bir kararlılıkla mücadele ettiler.

Maçın üzerinden yıllar geçmişken Jordan’la yaptığımız sohbette, daha ben maçı sorma fırsatı bulamadan kendisi konuyu bu maça getirdi. “O maç” dedi Jordan. “Pek çok açıdan içinde bulunduğum en iyi maçtı. Çünkü salon kilitliydi, içeride yalnızca basketbol vardı. Bu tip maçlarda çevrenizdeki oyuncuların DNA’sını, kazanmayı ne kadar istediklerini görürsünüz. Magic sonraki iki gün sinirden kendine gelememişti.”

Magic öfkesinin yalnızca birkaç saat sürdüğünü söylüyor. “Michael böyle düşünüyor, çünkü benim yerimde kendisi olsa böyle yapardı. Sana bir şey söyleyeyim: Michael kaybetse herkes için daha kötü bir durum olurdu. Çünkü ben bu tip şeyleri bir süre sonra kafaya takmam. Ama ya Michael? O hiçbir zaman böyle bir şeyi unutmazdı. O, hiçbir şeyi unutmazdı.”


O maç, tarih kitaplarına işte böyle geçti.


Yazı: Jack McCalum

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler