Bizi Twitter'dan takip etmek için: @sotatercuman
Çeviri arşivimize ulaşmak için tıklayın.


Soyunma Odalarında Geçen Hayatım

Birazdan okuyacağınız yazı 24 Kasım 2014 tarihinde Deadspin'de yayınlanmıştır.
İnsanların ilk sorduğu sorunun penislerle ilgili olduğu nadir işlerden birine sahibim. Pekâlâ, ilk gördüğüm Reggie Jackson’nınkiydi. Ve evet, dehşete kapılmıştım. 22 yaşındaydım ve Fort Worth Star-Telegram için spor haberleri yapan ilk kadın muhabir olmuştum. O zamana kadar sadece ufak tefek işlerde görev alıyordum: Lise maçları, baba-kız çiftler takımları ve Hacky Sack gösterileri gibi... Ama Eylül ayının sonlarında editörüm, benden Bay October lakaplı bu oyuncuyla, play-off’lara kalamamanın nasıl bir his olduğuna dair bir röportaj yapmamı istedi.

Hemcinslerimle ilgili bazı hikâyeler duymuştum: Bazı meslektaşlarım  kulüp  binasının kapısında kasten bekletildikleri hissine kapılmıştı. Sizden not defterinize asla bakmamanız bekleniyordu. Aksi takdirde oyuncu, onun kasıklarına baktığınızı düşünebilirdi. Her zaman hazır cevap olmalıydınız. Ukala cevaplardan çok iyi haberler yapmakla ilgilenseniz bile, bu gerçek değişmiyordu.

Yepyeni düz beyaz ayakkabılarım ayaklarımda, Arlington Stadyum tüneline doğru ağır ağır ilerledim. Çamur, tükürük ve ay çekirdeği birikintisi yürüme yolunu Carlsbad mağaralarındaki 10.000 yıllık yarasa dışkısı gibi kaplamıştı. Ürkütücü bir görev beni bekliyordu. Beyaz ayakkabılarımın son günü, profesyonel sporlarla ilgili yazım hayatımınsa başlangıcı olacaktı.

Ve işte orada, sinir anında birçok kez yumruklanmış ve sert darbelere maruz kalmış büyük kırmızı kulüp binasının kapısındaydım. Görüntüsü taşlanmış hemoglobini çağrıştırıyordu. Kapıyı iterek açtım ve gözlerimi, çevresine dizilen soyunma kabinleriyle, etrafa saçılmış masa ve sandalyelerle büyük bir kareye benzeyen ziyaretçi soyunma odasına diktim. Direkt olarak, henüz üzerinde herhangi bir kıyafet bulunmayan Angel’a doğru yürüdüm. Zaman zaman Bay At Kıçı olarak anılan Bay October, sandalyesine oturmuş, bir kolej futbolu maçı izliyordu. Tamamen çıplaktı. Korktuğumu hatırlıyorum çünkü soyunma odasının nasıl göründüğü veya koktuğunu ya da bu adamı bulmak için kimleri ve neleri aşmam gerektiğini – hiçbir şekilde – bilmiyordum.

Yerdeki ektoplazma yeşili halı da, üzerime dikilen uzun ve dikkatli bakışlar da bitkin gözüküyordu. Kırmızı kapının arkasına ilk kez geçmemiştim ama korkuyordum. Çünkü suratsızın tekiyle röportaj yapacaktım. Tam anlamıyla bir bela beni bekliyordu. Bu, benim için zorlu bir ilk deneyimden çok bir tür geri çekilmeydi.

Ama vazgeçemezdim. O soyunma odasına adımımı attığım an, aynı zamanda bir kariyer seçimi de yapmış oldum.

Reggie'ye "Konuşabilir miyiz acaba?’’ diye sordum. O sırada herkes bizi izliyordu.
Cevap vermedi.

"Bir dakikanızı rica edebilir miyim?’’ diye tekrarladım. Ya da en azından söylediğimi düşündüğüm şey buydu. ‘’Yüzünüzün, Lay’s fabrikasındaki kadının her yıl The Tonight Show’a getirdiği kulak şeklindeki patates cipslerinden birine nasıl benzediği hakkında konuşabilir miyiz acaba?’’ demiş bile olabilirim.

Çünkü soruma, sesini yükselterek cevap verdi, ‘’Zamanım yok.’’
Hala sorumu tam olarak yanıtlamamıştı.

‘’Benimle konuşacak mısın yoksa konuşmayacak mısın?’’ diye sordum. Basit bir hayır cevabı yeterli olurdu. Ama bunun yerine, binlerce çocuğun kahramanı olan bu adam, yüksek sesle, zekâmı küçümseyen sert bir konuşmaya başladı ve beni kulüp binasından atmaları için birilerine seslendi.

Beyaz düz ayakkabılarım, üniversiteyi yeni bitirmiş havasında ekose eteğim, o zamanlar hep arkada topladığımız, atkuyruğu yapılıp tepede tutturulmuş gülünç saçlarım ve muhtemelen herhangi bir Alpha Chi’yi utandırmaya yetecek kadar çok boncuklu kolyemle orada öylece duruyordum.

Üstünde beyaz çorapları dışında hiçbir şey olmayan Reggie de öylece duruyordu.
Sesi gittikçe yükseliyordu. Benimkiyse daha sağlamdı.

Hemen hemen herkes maçı bırakıp ben ve Reggie’yi izlemeye başlamıştı. ‘’Burada ne işi var?’’ diye sordu. ‘’Şu an burada bulunamazsın.’’

Bir defa daha araya girerek ‘’Benimle konuşacak mısın yoksa konuşmayacak mısın?’’ diye sordum.

Cevap vermedi.

‘’Peki, boş ver o zaman.’’ dedim. Döndüm ve dışarı çıktım, bana bakan yüzleri, kırmızı kapıyı, aşağıdaki 10.000 yıllık yarasa dışkılı tüneli geçtim ve yedek kulübesine, haberi kopartamamış acemi muhabir dışında başka hiçbir şey olmadığım gerçek dünyanın aydınlığına ulaştım. Bu, Reggie ile röportaj yapmak için son denemem ve spor haberciliğindeki ilk başarısızlığım oldu. Sonuncu da olmayacaktı.

*
Beysbolu, balığı kılçıklarıyla beraber yememe izin verilmesinden, tüm gece yatağımı ıslatmamayı başarabilmemden ya da Gilligan Adası’nın gerçek olmadığını fark etmemden çok daha önce sevmiştim. Beysbol, spor yazarı olmamın arkasındaki asıl sebepti ve bu oyunu babamdan öğrenmiştim. O zamanlar yani yaklaşık 30 sene önce, ulusal spora olan tutku, babadan oğula geçerdi. Ama sarı bukleli küçük bir kız, bir şekilde taht sırasına girmeyi başardı. Henüz bir radyoda sohbet programım yok ama hayatımı spor yazarlığı yaparak kazanıyorum – şu sıralar çoğunlukla Texas Rangers hakkında yazıyorum. Hedefim, sürekli olarak beysbol birinci ligi hakkında yazılar yazmak.

Kariyer basamaklarını çıkmak, kadın ya da erkek, hiç kimse için kolay değildir. Tabii babanız, GM’nin ya da GE’nin ya da Merkez Bankası bu sıralar nasıl adlandırılıyorsa onun başkanı değilse... Benim babam Better Monkey Grip Rubber Şirketi’nde satın almacı olarak çalışıyor ve bu durumdan şikâyetçi değilim. Ama yolum dikenlerle dolu. Plainview’deki kuzenlerimizi görmek için gittiğimiz aile seyahatlerinde kullandığımız yumurta kabuğu beyazı Impala bile benimkinden daha az zorlu yollardan geçmiştir hatta.

10 yaşımdan beri beysbol hakkında hikâyeler, insanların ikinci kez okumak isteyeceği güzellikte cümleler yazmak istiyorum.  Basın tribünü olarak dizayn ettiğim kız kardeşimin geniş gömme dolabında, Big Chief defterlerine mavi boya kalemleriyle Dallas Cowboys’la ilgili köşe yazıları yazardım. Daha bacak kadarken, Mike Clark’ı oyundan çıkarmadığı için Tom Landry’yi eleştiriyordum. Nolan Ryan nasıl bugün küçük çocukların kahramanıysa, zamanında benim için de öyleydi.

Arkadaşlarıma spor sevgimden hiç bahsetmedim. İlkokulda her zaman büyük ödüller kazandım, futbol maçlarına gittim, yetenek yarışmalarında performanslar sergiledim. Hangi aptal, sporsever bir kızla çıkmak isterdi ki? Ama okuldan eve geldikten sonra, çalışmalarımı profesyonellerinkiyle karşılaştırabilmek için çabucak Star-Telegram’ın akşam spor kuşağını açardım. Bazen de televizyonun sesini kısar ve beysbol maçlarını canlı yorumlamaya çalışırdım. Şimdi geçmişe bakıyorum da bu tutkuya erken yaşta kapılmışım. Kalbim kendini, yetişkinler tarafından oynanan bir çocuk oyununa, ciddi biçimde karşılıklı bağımlı bir ilişkiye umutsuzca kaptırmış.

Her şey, ben 3 yaşındayken babamın beni ikinci lig’deki Spurs maçını izlemek için Tunpike Stadyumu’na – şimdilerdeki Arlington Stadyum’u – götürmesiyle başladı. Arlington’da beysbol stadyumuna yaklaşık olarak 8 km uzaklıkta yaşıyorduk. Babam, beni dış saha panolarının arkasına kadar taşır, sağ koluyla sunta tahtalara tırmanır ve sol koluyla beni sıkıca tutardı. Daha sonra kafamı merkezdeki panoların üstünden uzatırdı. Annemin karnından doğar doğmaz, stadyumun parlak ışıklarının altında gözlerimi kısmış bir halde ilk kez bir beysbol maçı izledim.

Tüm hatırladığım yeşil renk, ışıklar ve babamın kollarının verdiği o güvenden ibaret.
Çocuklardan birinin, üniversiteden yeni mezun, diğerininse anaokulunu yeni bitirmiş olduğu 4 kişilik orta sınıf bir aileydik. İhtiyacımız olan bir şeyi talep etmek zorunda bile kalmadık ama Büyük Buhran döneminde yetişmiş olan ebeveynlerim, para harcama konusunda dikkatliydi.

Babamla beraber izlemek istediğimiz birçok beysbol maçına bilet almamız mümkün değildi, bu yüzden devrenin sonlarına doğru duvara tırmanır ya da tel örgülerin arkasındaki beleş çimenlik alana otururduk.

Maçı ayakta izlediğimiz geceler de oldu. O gecelerde, oyundan daha çok zevk alırdım, üstelik babam, çok bilgili olmayan bu çocuğa, sabırla temel sayı kazanma kurallarını öğretmeye çalışırdı.

Bir gece yine maçı ayakta izlerken, Hellen Keller deneyimi yaşadım. Ansızın her şey anlam kazandı: Sayıların skorbordda nasıl bir düzende ilerlediğini,  dokuzun sonunda yan yana duran üç sayının ne anlama geldiğini, hatta ikinci ve üçüncü üs arasındaki bölgenin neden bir kaleye sahip olmadığını; hepsini anladım. ‘’Onun görevi o değil işte’’ lafı, artık yeterliydi: Çek yazmak, çocuk yapmak ya da okuma-yazma bilmek gibi yalnızca yetişkinlere özgü şeylerden birini öğrenmiştim.

Babam ve ben beraber ilk birinci lig maçımızı 1972’deki Açılış Gecesi’nde izledik. Bazı yazlar 20 maça giderdik, bazı yazlarsa yaklaşık 56 maça gittiğimiz olurdu.

Bazen de televizyondan izlerdik maçları. Bazı yaz akşamlarında verandada oturup Rangers maçını radyodan dinlerdik. Annem, bizi akşam yemeği almak için Wyatt’s’a gönderirse, bekleme sırasında tarihten kalma Walkman ’ini takıp dinlerdi babam. Bir keresinde koyu sostan mı yoksa kremadan mı istediğini soran kadın görevliyi ‘’Enfes Toby Harrah!’’ diye bağırarak korkutmuştu.

Bahar mevsimindeki beysbol yemeğine gitmek için yılda bir kez öğle vakitlerinde beni okuldan alır ve imza alabilmem için erkenden maçlara götürürdü. İmzalı toplar hala şömine rafımda duruyor, şampiyonluk kazanamamış oyuncuların mezar taşlarına benziyorlar.

14 yaşımdayken, bir arkadaşımdan Rangers’ın top toplayıcı kızlar alacağını öğrendim. Haber yalan çıktı ama bu, bana bir fikir verdi. Arlington Stadyumu’nda top toplayıcı kız olayını başlatmak, aynı zamanda ilk top toplayıcı kız olmak için tek başıma bir kampanya başlattım. Yönetime defalarca yazdım. 

Yöneticiler bu fikre pek sıcak bakmadı. O yüzden, 16 yaşlarımdayken, tüm birinci lig kulüplerine, top toplayıcı kızlar hakkında yazıp olayın artılarını ve eksilerini sordum. Verdikleri cevapların kopyalarını Rangers’ın ön ofisine yolladım. Onlarla iki yıl daha mektuplaştım, ta ki davet gelene kadar.

Top toplayıcı kızlar için seçmeler yapılıyordu.

Üç kişiyi seçtiler--- Arligton’daki Texas Üniversitesi’nde neşeli bir amigo kız olduğu için Cindy’yi, modellik deneyimi olduğu için Jamie’yi ve tam bir baş belası olduğum için beni.
Dışarı çıkan topları yakalıyorduk ama geriye dönüp baktığımda işe yaradığımızdan değil de dekor olarak iyi göründüğümüzden orada bulunduğumuzu düşünüyorum. Yedinci devrede ‘’Cotton-Eyed Joe’’ eşliğinde dans etmemizi istiyorlardı ve kısa bir süreliğine, ralliler boyunca ponpon salladık – şimdilerde beysbolda sadelikten yana biri olarak, bu olayı sapkınlık olarak görüyorum.  Ama yine de, beysbol sahasında tüm dikkatler benim üzerimdeydi; bunu kullanabilirdim.

Ertesi yıl geriye doğru atlama hareketini beceremediğim için sepetlendim.

Ama o zamana kadar, birçok spor yazarı ve televizyoncuyla tanışmıştım bile. Star-Telegram bana – sporla ilgili – bir iş teklifinde bulundu, maç skorlarını yazıp telefonlara cevap verecektim.

Ben de Texas Üniversitesi’ne gitme ve radyo-televizyon okuma planlarımdan vazgeçtim. Gerekli doğal yeteneğe sahip olduğumdan emindim. Yüksek topuklularla yazarlığa uzanan bu yolda yürüyebilir, hatta günün birinde beysbol haberleri bile yapabilirdim.

*

Texas Lisesi ve Üniversitesi koçlarının tutumu yüzünden, 18 yaşındaki top toplayıcı kızdan tanınmış beysbol yazarına dönüşme hayallerim kısa sürede suya düştü. Özel sektör gerçekleriyle tanışmıştım.

Görüldüğü üzere, spor dünyasında kimse diş(l)i biriyle çalışmak istemiyordu. Ve ne yazık ki, bunu açıkça belirtmekte de bir sakınca görmüyorlardı.

İşe ilk olarak ofiste, telefondan skorları öğrenerek ve erkeklerin bana asılmalarına katlanarak başladım. Önceki gece bu yazıyı yazarken bile gözlerim doldu, boğazım düğümlendi. Dürüst olmak gerekirse, bazı yaralarımın hala iyileşmemiş olduğunu fark etmek beni şaşırttı.

Mesele Reggie ya da soyunma odasında alaya alınmam değildi.

Mesele, karısı şehir dışındayken beni düzenli olarak evine atmaya çalışan lise koçuydu. Kendisini üçüncü kez reddettiğimde, yaptığım haberlerle ilgili sorularıma baştan savma cevaplar verip, başka da bir bilgi vermeyeceğini söyledi.

Tüm erkekler içeride röportaj yaparken ben, Fort Worth's Farrington Field’deki lise soyunma odasının dışındaki devasa ‘’Kadınlar Giremez’’ tabelasının altında, oyuncuların dışarı çıkmasını bekliyordum. Makyajım akmış bir halde, öylece yağmur altında. Bir keresinde de Austin’deki Texas Üniversitesi’nin futbol soyunma odasına doğru yürürken koyu turuncu pantolon giymiş, bronz tenli bir adam, beni kolumdan tuttuğu gibi kapının dışına koymuştu.

Tanrım, olay çıkartmaktan nefret ediyordum.

Yıllardır bu durumdan çok az şikâyet ettim çünkü kendimi erkeklerden dışlamak yapmak istediğim son şeydi. Savaş veren bir kadın olarak damgalanmak istemiyordum. Testis sahibi olmanın, toptan anlamanın kalıtsal yolu olduğu fikrini yıkmak için bir kampanya falan da yürütmüyordum. Ben sadece spor haberleri yapmak istiyordum.

Ama ilk suistimal hiç beklemediğim yerden – kendi gazetemden – geldi.

Birçok çaylağın yaptığı gibi ben de işe, tüm hafta ofis işleri yaparak ve hafta sonlarındaki maçların haberlerine yardım ederek başladım. Spor yazarı olabileceğimi kanıtlamamı sağlayabilecek her şeyi yapıyordum. Star-Telegram’daki ilk dört yılımda, araba fuarında modellik yapmak için bir gün, evlenmek için de beş gün izin aldım. Bunlar muhtemelen en çok çaba sarf ettiğim yıllardı. Beni ne zaman yemek yerken görse, durup dikkatlice süzen ve tüm ciddiyetiyle ‘’Jenn, şişmanlarsan sana ihtiyacımız kalmaz. Ona göre.’’ diyen bir spor editörü vardı. Vücut ölçülerim 90-60-90 olduğu müddetçe değerli olduğumu biliyordum. Adam bunu her söyleyişinde ağlamak istedim.

Erkekler, sinirli olduğum zamanlar bağırarak ‘’adet döneminde’’ olup olmadığımı öğrenmeye çalışırdı ama kendileri, bana canları ne zaman isterse bağırıp sinirlenebilirdi.

Spordaki emir komuta zincirinin halkalarından, bir editör, işten sonra beni Worthington Oteli’ne götürmek için ısrar edip dururdu. Başka bir üst rütbeliyse, asistanına beni erken bırakmasını söylemiş, bu sayede kendisi beni park yerinde bekleyebilmiş.
Konuşmak istediğini söyledi. Arabasına bindim.

‘’Jenn,’’ diye başladı, ‘’18 yaşında bir çocuk gibi mi yoksa bir kadın gibi mi muamele görmek istersin?’’

İlk başta işi kastettiğini düşündüm. Meğerse yatağı kast ediyormuş.
Onların hiçbiriyle, yatak odasının yakınından dahi geçmedim ama ‘’bir kadın gibi’’ dedim çünkü bu çok yönlü soruya ‘’18’’ diye cevap vermenin istikrarsız kariyerimi nasıl etkileyeceğini bilmiyordum.

Tam anlamıyla kafam karışmıştı. Çoğu masum yorumum cinsel ima olarak algılandı. Pısırığın teki değildim, çoğu şeye kafa tutabilirdim. İnsanların birbirlerine sık sık cinsel içerikli şakalar yaptığını biliyorum ve evet, bunlar her zaman taciz anlamına gelmez. Ama bu çok farklı bir şeydi.

Bunu bana yapanlar, ya olayı çoktan unutmuş ya da o zamanlar yaptığının farkında olmadığını söyleyerek samimiyetle özür dilemişti.

Ama bu saçmalıklar olup biterken işimi yapmam nasıl beklenebilirdi ki? Mavericks’in istatistiklerini çıkarmakla uğraştığım kadar, bir sonraki ahlaksız teklifle ya da müstehcen şakayla nasıl baş edeceğimi de düşünmek zorundaydım.

Bazı okurların da kadınları kabullenmekle ilgili benzer sorunları vardı. Spor departmanındaki telefonlara bakarken bir yığın saçma sapan soruya cevap verdiğimi ve cevabım karşı tarafı yeterince tatmin etmeyince, kaç sefer, ‘’Erkek birine ver şu telefonu.’’ diye karşılık aldığımı hatırlamıyorum bile. Bir keresinde birisi, ‘’aptal karı’’ deyip telefonu suratıma kapatmıştı. Ne konuştuklarının farkında olmadıklarını biliyorum. Ama insan yine de üzülüyor.

Benimle benzer pozisyondakiler, gözlerimin önünde yükselirken ben, yıllarca umutsuz bir şekilde telefonlara bakıp skor tutma işine saplanıp kaldım. Bir defasında, editörler neredeyse bir yıl kadar yazma konusunda beni denemeye karar verdikten sonra, asla bir yazar olamayacağımı söylediler. Yaratıcı ve eğlenceliydim ama yazı yazamadığıma kanaat getirmişlerdi. Bu yüzden ben de yazmadım. Editörler sekiz ay boyunca beni hiçbir haberde görevlendirmedi. Pes etmeme ramak kalmıştı. Bir hukuk firmasında araştırmacı olarak işe girmeyi ciddi anlamda düşünüyordum artık.

Ama bir şey beni sporun içinde tuttu: Her yıl Rangers maçları için medya geçiş kartım vardı. Beni bu oyuna bağlı tutan tek şey.

Gazeteciliğin bu keyfi dünyasında, yeni bir spor editörünün gelişi kariyerime yeni bir soluk getirdi. Güney Batı Konferansı’ndaki şike skandallarını araştırmaya başladım. Birkaç iyi hikâye yakaladım ve bunlardan biri, araştırmacı spor gazeteciliği alanında ulusal bir ödül kazandı.

North Dallas bankasının dışındaki bir ağacın arkasında saklanıp Saint Mary Üniversitesi oyuncularından birinin koşarak geri gelmesini beklediğimi hatırlıyorum. Çünkü parasını buradan alacağını öğrenmiştik. Sonra bir de Güneybatı Konferansındaki koçlardan birinin oyunculara ödeme yapmasıyla ilgili bir haber vardı. Bir sabah, asistanı olduğu okula gittim. Orada bulunduğumun haberini alan koç, koridora doğru yöneldiğimde birden koşmaya başladı. Kendisini masanın altında saklanırken bulduğum karanlık odaya girmişti.
Vay, bu oldukça iyiymiş, diye düşündüm. Her şeyi ve herkesi küçümseyen bu ukala adamlar, kirli çamaşırları ortaya çıkınca nasıl da birden bire süt dönmüş kediye dönmüşlerdi.

Artık patron bendim.

Bir Saint Mary Üniversitesi taraftarı, beni, bacaklarımı kırmakla tehdit etti –  ama ben halimden gayet memnundum. Bunun, herkese söyleyebileceği türden bir şey olduğunun farkındaydım.

Tüm bunlar olup biterken Dallas Cowboys’un kısa makalelerine ve Rangers’ın haftasonu haberlerine yardım etmeye başladım. Amerika Haber Ajansı için takımla ilgili haberlerin yazımına da yardım ettim aynı zamanda.

Ayrıca, maskeli güreşçi köşe yazarı Betty Ann Stout olarak yedi yıllık kariyerimin zirvesine yaklaşıyordum: Gayrı resmi görevlerim arasında, teçhizat dükkânları açmak, şehre sirk geldiğinde fillere binmek ve büyük, toynaklı hayvanların sırtında Grand Marshal gibi rodeo yapmak bulunuyordu.

*

Elbette küçük olaylar da olmadı değil; Oakland Athletics oyuncularından birinin kulüp binasının ortasında yanı başımda öylece çırılçıplak durması ya da Los Angeles Raiders’dan birinin kalçama bir kutu omuz koruyucu atması gibi.    

Bir de Rangers menajeri Doug Rader’in aptalca bir sorumdan dolayı bana mısır fırlatması olayı var. Elbette Rader, herkese mısır fırlatabilecek türde biriydi.

O zamana kadar soyunma odasındaki çıplaklığa ve yan hikâyelere alışmıştım. Her zaman, bu olaydaki asıl zorluğun, oyuncuların, benim gibi açık sözlü birini nasıl karşıladıkları olduğunu düşünmüşümdür. Bir takım bana alışıncaya kadar, ya çevredekileri güldüren zekice tespitler yapılırdı ya da öznesini mekandan kovdurabilecek kadar yüksek sesle küfürler edilirdi.

Oyuncular, bu oyunla beraber büyüdüğümü, en yakın arkadaşlarımın genellikle kaba saba erkekler olduğunu, bira şişesini dişlerimle açabildiğimi ya da balık tutmayı en az onlar kadar sevdiğimi bilmiyorlardı. Bilmiyorlardı ve işimi yapmamı zorlaştıran bir yoruma cevap vermek zorunda hissetmem dışında, bu olayın, beni gerçekten rahatsız etmediğini bilmemeleri bana tuhaf geliyordu.

Yaklaşık yedi yıl önce, Rangers’ın soyunma odasına ilk kez girdiğimde inanılmaz gergindim. Çıplak vücutlar ya da kaba laflar yüzünden değil. Çevremdekilerin benim hakkımdaki düşüncelerimden ve ne olursa olsun her şeye güvenle cevap vermeye niyetlenmiş olmamdan dolayı gergindim.

Yedek kulübesinden kulüp binasına doğru uzanan tünele adım attım ve açık kapıya dikkatlice baktım.

Gördüğüm ilk şey, büyük duştaki dört adam oldu.

Görüş açım sayesinde, asıl soyunma odasına varabilmem için dört tane ıslak ve çıplak adamın olduğu duşun önünden geçmek zorunda olduğumu fark ettim. Kimseye görünmeden, hemen kapının arkasına geçtim.

Tanrım, kimsenin beni uyarmamış olduğuna inanamıyorum, diye içimden geçirdim. Ya biri benim o korku dolu halimi görmüş olsaydı. Kimsenin, korkumun kokusunu almamış olması önemliydi aksi takdirde daha işin başında tüm saygınlığımı kaybederdim.

Belki de buraya ait değildim. Belki de hiç olmayacaktım. Belki de sürekli tetikte olamayacağım ve bu işin üstesinden gelmek için gereken sertliğe asla sahip olmayacağım için haber ya da makale yazmamalıydım. Belki de McDonald’s bir eleman arıyordu. Ancak her şeye rağmen teslim etmem gereken bir iş vardı. İçeri girmek zorundaydım.

Çıplak adamlardan korkmuyordum. Beni asıl korkutan bilinmemezlikti. Birkaç adım atınca duşların önünde uzanan bir koridor olduğunu fark ettim. Çıplak adamlara ve sabuna doğru yürümeden önce sağa dönmem gerekiyordu.

Röportaj yaptığım ilk Rangerslı oyuncu, gövdesini havluyla kuruluyordu. Ben daha bir şey söyleyemeden, ‘’Dur biraz, ufaklığı uyandırıp çadırı kurayım’’ dedi. Söylenebilecek en salakça şey buydu sanırım. Demek istediğim, penislerin nasıl çalıştığını biliyorum. Ukala lafların nasıl olduğunu da bilirim. İkincisinin ilkinden daha komik olması beklenir ama yetişkinlik, durumun bundan farklı olduğunu öğretti bana.

Nedense bu şakaya kimsenin gülmediğini bugün bile hatırlıyorum ve bunu hatırlamak bile kendimi iyi hissetmemi sağlıyor.

Bunun üstüne, ben de işime baktım. Sorularımı sordum, o da cevap verdi.

Ona, kendisini okşamak zorunda olmasının ne kadar acınası olduğunu söylemem gerekirdi.

Çıplaklık beni çok nadiren rahatsız etti ama Nolan Ryan’ı, Ranger beyazı içinde ya da mavi kotu dışında görmektense hiç görmemeyi tercih ederim. Şu hayattaki iki kahramanım Nolan Ryan ile babam ve ikisinin de beyaz kıçını görmeye ihtiyacım yok.

1986 yılında, Dallas’ta kolej futboluyla ilgili bir konferans vardı. Şehir merkezindeki Hyatt’ın lobisi, golf maçından sonra koçların gelmesini bekleyen muhabirlerle doluydu. Elimde not defteri, Grant Teaff’ı beklerken duvara yaslanıyordum. Tam o sırada güvenlik görevlisi, neden orada bulunduğumu sormak için geldi. Durumu anlattım. Otelde kalmıyorsam orayı terk etmek zorunda olduğumu söyledi. Benim, konukları rahatsız etmemi istemiyormuş.
Spor yazarı olduğumu ve Grant Teaff’i beklediğimi açıkladım tekrardan ve lobideki, hepsi erkek olan, muhabirleri gösterdim. Benim orada boş boş dolandığımı söyledi. Gitmeyeceğimi belirttim. Beni zor kullanarak dışarı atacağını söyledi.

‘’Fahişe olduğumu mu düşünüyorsun?’’ diye sordum.

‘’Öyle olması muhtemel,’’ diyerek cevap verdi. ‘’ Ne yapmak üzere olduğuna dair hiçbir fikrim yok.’’

Küçük düşürülmüş bir halde üzerimde neler olduğunu düşündüm (aşırı bol bir iş gömleği ve pantolon). İkimiz de, yanında güvenlikle duran görevlinin olduğu resepsiyona doğru yanaştık. Eğer lobide durmazsam ve sürekli ‘’hareket halinde’’ olursam 10 dakika daha kalabileceğimi söyledi. Oturmak ya da yaslanmak yok. Yürümeyi her bıraktığım an görevli ve güvenlik bakmaya başlıyordu. Bu kadarı fazlaydı. Durduğum an bakıyorlardı, bu yüzden çember çizerek kendi etrafımda dönmeye başladım.

Ve işte oldu, polisi aramaya karar verdiler. Hemen eve geldim ve spor editörümü aradım. Hyatt özür dilemiş; otel lobisinde Grant Teaff’i beklerken fahişe olmakla suçlandım ben yahu.

1987 yılında spor editörüyle ters düştüm. Sürekli olarak küçük organizasyonlarda görevlendirilmemle sonuçlandı bu durum, hatta ofiste o korkunç skor tutma işine geri dönmüştüm. Aynı zamanda evliliğim de kötüye gidiyordu, tarifi imkânsız bir dönemece giriyorduk. Hayatımın son yedi yılında ne yaptığıma dair düşünmeye başladım. Bunca zaman katlandığım her şey bir hiç uğruna mıydı?

Beklenen Rangers galibiyeti geldiğinde, kendimden geçmiştim. Profesyonel beysbol yazarı olma hayalim, hiç olmadığı kadar uzakta görünüyordu. Aynı zamanda, tekrardan sürekli olarak lise-üniversite koçları ve soyunma odalarının kapısındaki iğrenç görevliler tarafından küçümsenip bunlara daha fazla katlanmak istemiyordum.

Panik ataklar geçirmeye başladım ve neredeyse, anti depresan ilacı Xanax’a bağımlı hale geldim. Reçetelerim tükense bile barmenler ya da tanıdıklardan satın alıyordum. Yüzüm mahvoldu ve tam 18 kilo aldım.

Tanrım, tek istediğim, spor haberleri yapmaktı. Beysbol hakkında yazılar yazmayı her şeyden çok isteyen o hareketli, şaşkın top toplayıcı kızdan eser yoktu artık. Futbol sahaları, soyunma odaları, editörlerin ofisleri ve bar taburelerinde fazlalıklarımla beraber kaderime terk edilmiştim. Canı burnunda bir ter yığınına dönüşmüştüm.

Acıdan ve aşağılanma hissinden kurtulmak için sonunda savaşmaktan vazgeçmiş kanser hastaları gibi hissediyordum.

Hedeflerim, hayal olmuştu.

Makale yazmaya karar verdim.

Tüm tuhaf haberleri bana verdiler. En sıkıcı konuyu bile ilginç bir şeye dönüştürebileceğimi biliyorlardı. Ama aynı zamanda haber yapmayı da öğrendim. İnsan haklarıyla ilgili yazılar yazdım, faşist dazlakları araştırmak için terk edilmiş depoları tek başıma dolaştım.

Ama o zamanlar bile, hala beni beysbol stadyumuna götürecek konuları seçiyordum.

Rangers’ın çamaşırlarını yıkayan kadının öyküsünü yazmak çok da alakasız sayılmazdı. Ryan’ların, Alvin’deki büyük çiftliklerine ve stadyuma ziyaretini kapsayan, Nolan’ın eşi Ruth Ryan hakkındaki üç bölümlük seri, üç haftalık enfes bir işe dönüşmüştü benim için.

Büyük bir özlemle, sadece beysbol konuşabilmek için spor departmanında amaçsızca dolanmaya başladım. İki yıldan daha uzun bir süre önce spor editörüne tekrar spor haberciliğine dönmek istediğimi söyledim. Günün birinde Rangers’la ilgili haberler yapmak istiyordum.

Fort Worth’deki yüksek bebek ölüm oranlarıyla ilgili bir haber üzerine araştırma yapan başka bir muhabirle birlikte çalışarak özel projeler haber ekibinde görev aldım ve sporla arama koyduğum mesafeyi azalttım. Birkaç ödül aldık ve ben de biraz özgüven ve  yeni bir bakış açısı kazandım. Doğum öncesi bakımını yaptıramadığı için kızı ölü doğmuş 17 yaşındaki bir anneyle röportaj yaptıktan sonra, yeterince sayı kazanamadığı için Angels’a kaybeden genç bir atıcıyla konuşmak ne kadar zor olabilir ki?

Hayalime geri dönme vaktiydi. Tekrar spor departmanına dönmeyi talep ettim; istediğimi aldım da.

Geçen üç yılda kocamı, evimi, kilolarımı ve bir sürü sağlıksız alışkanlığımı bırakmıştım. Bisiklet sürmeye ve maraton koşusu için idman yapmaya başladım. Hayat dolu bir insana dönüşünce, hayatımın kayıp 10 yılını geri kazandığımı hissettim.

Gelmiş geçmiş en iyi spor yazarı olmak için bir kez daha hazırdım.

*

Oyunculardan biri, sanki kediye seslenirmiş gibi ‘’Pist kukucuk’’ dediğinde, Oakland Athletics’den biriyle röportaj yapmak için kulüp binasının ziyaretçi salonunda bekliyordum. Ama elbette Fluffy’yi aradığı falan yoktu; sadece soyunma odasında bir kadınla karşılaşmıştı.

Bu durum beni artık sinirlendirmiyor. Sadece aptalca ve absürt buluyorum. Ama bazı paranoyalar geçmek bilmiyor işte. Bazen grup röportajlarında aşırı sessiz olduğumda, diğer muhabirlerin, kalın kafalı yaşlının teki olduğumu düşünecekleri gibi bir hisse kapılıyorum.

Genel görevlendirme spor muhabiriyim artık ki bu da benden ne isterlerse yapmam gerektiği anlamına geliyor. Bir yazar olarak amacım, okuyuculara, haberini yaptığım kişilerin de birer insan olduklarını göstermek. Bunu da onlara, köpekleri, anneleri ve onları duşta sabunu yere düşürmekten bile daha çok sinir eden şeyin ne olduğu hakkında sorular sormadan yapamazsınız. Bence gayet mantıklı. Yani, birinci sıradan draft edilmiş bir oyuncu, büyük olasılıkla mutlu biridir ama onu böyle başarılı kılan şeyin, bizim gibi olmasından mı yoksa bizden farklı olmasından mı kaynaklandığını bilemeyiz. Aslan yattığı yerden belli olur; biz de insanları ancak bu şekilde değerlendirebiliriz.

Ama bu durumu, bazı muhabirlerin çok mantıklı bulduğunu zannetmiyorum. Bazen birinin evinde röportaj yapmak istediğimde, iş arkadaşlarım çok garip bir şeymiş gibi karşılıyor. Ama kahve masasını ya da buzdolabındaki abur cuburları görmeden birinin kişiliğini nasıl yansıtabilirsiniz ki?

Bazen, maçtan önce herkes boş boş oyalanırken, çıplakların olduğu bir odada bulunup günümü mahvetmektense, malzemeci Joe Macko’nun odasına gidiyorum, öylece oturmak için. Bazı geceler, tüm oyuncu eşlerinin beklediği arka kapıdan çıktığımda sanki onları bir şeyler hakkında uyaran Cosmo kadınıymışım gibi tuhaf tuhaf bakarlar bana.

Uzun bir maçtan sonra, kulüp binasının ortasında, birilerinin gelmesini beklerken, bazen sadece bir yöne odaklanıp bakarım. Hani sıkıldığınız veya bir nesneye büyülenmiş gibi kilitlendiğinizdeki gibi bir bakış, ta ki gözleriniz şaşı olup araç taksitiniz ve selülitiniz aklınıza gelip gerçek dünyaya dönene kadar. Geçen gün, ıslak ve çıplak bir vücut trans alanıma girdiğinde de yine bu haldeydim. Başka herhangi bir şey de orada olabilirdi. Başka bir yöne bakmam gerektiğinin farkında değildim.

Bu da değişen başka bir şey. Gerçekten, mümkün olduğunca dikkat çekmeyen biri olmak istiyorum böylece üstünü giyinen birini görünce başka yöne bakabilirim ya da vaktim varsa eğer ben, kendisine yaklaşmadan önce şortunu üstüne geçirmesini bekleyebilirim. Yüzümü çevirdiğimi gördüklerinde, bunun korkudan ya da sinmişlikten dolayı olmadığını muhtemelen biliyorlardır çünkü uzun süredir etraflarındayım. Birazcık da olsa saygılarını kazanmış olduğumu düşünmek istiyorum.

Mavericks’le tamamen farklı problemler yaşadım. Geçen kışa kadar asla gerçek anlamda bir NBA soyunma odasında bulunmamıştım. Kapıdan girdiğim an sadece 160 cm boyunda olduğumu – yani yaklaşık olarak bir NBA oyuncusunun kasıklarına geliyorum – fark ettim.
Oyun kurucular, maç sonrası röportajları için hemen favorim olmuştu. Yapmanız gereken şeylerden biri, not defterinize bakmamak, bir diğeriyse kasıklarını kapatan herhangi bir kıyafetleri yokken dosdoğru bakmamayı başarabilmek.

James Donaldson en uzun oyunculardan biriydi ve neredeyse her zaman, içeri girmeden önce üzerine küçük de olsa bir parça bir şey giyene kadar bekledim. Son teslim tarihi ya da başka bir muhabir bulmadan önce oyuncuyu yakalamak gibi dertlerim olursa eğer, elbette ben de, kasığının neresinde olduğuna aldırmadan Oral Roberts’ın gördüğünü iddia ettiği 3 metre boyundaki çıplak İsa ile bile konuşurum.

Ama sürekli olarak ince bir çizgide yürümek zorundayım.

Kötü gününde olsa bile Mavericks’le çalışmak oldukça keyifliydi. Rangers ise ortalarda dolanan herhangi biriymişim gibi davranıyor bana.

Ah tabi, onlar aslında benim aptalın teki olduğumu düşünüyor olabilir. Ama bu durum, tuhaf bir rahatlama hissi oluşturuyor bende. Eğer aptal olduğumu düşünüyorlarsa, bu da, muhtemelen kadın olduğumdan değil ama aptal gibi davranmamdan kaynaklanıyor.
İşim hakkında en şaşırtıcı sorular, genellikle özel hayatımdaki arkadaşlarımdan ya da tanıdıklarımdan geliyor. Solaryum salonundakiler, oyuncularla çıkıp çıkmadığımı merak ediyor. İncil kursundakiler, oyuncuların bana kötü davranıp davranmadığını sorup duruyor. Ve tabii bir de geleneksel tanışma faslı sırasında, beni sporla ilgili bir tür sınava tabi tutan erkekler var – hemen hemen şehirdeki her barda bulunan tipler.

Olay sürekli olarak şu şekilde gerçekleşiyor:

Testosteron gösterisi yapan ve leş gibi bira kokan, Jethro Bodin vari bir tavırla yaklaşıp tam olarak ne iş yaptığımı sorar.

‘’Demek spor yazarısın ha? Peki, spor hakkında bilgin var mı?’’ (Çok ciddiyim, bu soruyu soruyorlar.)

‘’Baksana, madem spor hakkında bu kadar çok şey biliyorsun,’’ diye devam ediyor, ‘’bu soruya cevap verebilecek misin görelim bakalım: Çift sayılı bir Super Bowl maçında aynı zamanda quarterback olarak da oynayan son NFL koşucusu kimdir?’’

Bir an duraksayınca hemen üste çıkmaya çalışıyor, ‘’Hani spor hakkında bilgin vardı?’’
Son zamanlarda, Wolfe Kreş’inde sekreter olarak çalıştığımı söylemeye başladım. Ama maalesef, bu da kocaman Dallas saçları ve akşam beşten sonra giydiği kocaman bir şortu olan tipleri uzaklaştırmamı sağlamadı.

Ve tabii ki, tanıdığım tüm kadınlar, soyunma odalarındaki o kaslı muhteşem ıslak vücutları merak ediyor.

Bir gün oturma odasında oturmuş, birisi Ross Perot’ın seçimi Bush ve Clinton’ın önünde götürdüğünü söyleyince, ülkenin geri kalanının, onun aşağılık birisi olduğunu tam olarak ne zaman fark edeceğine dair bahisler yapıyoruz. Söylediklerime uyduruk klişe cevaplar veren, Cindy, bu durumu üst düzey yöneticilerin, tamamen muhafazakâr bir tavırla hareket edip mezuniyet balosunun kraliçesi olarak en çirkin kızı seçmesine benzetiyor ve sadece daha büyük çapta olanı olarak tanımlıyor.

Donna, siyasetten hoşlanmaz, bu yüzden gazetede neler yaptığımı soruyor. Donna, gazetelerden de pek haz etmez aslında. Donna, ötenazi için ideal bir örnek.
İlk tepki, merak. "Sen de soyunma odasına girebiliriyor musun yani?"

"Yani, tabii ki."

"Demek Mavericks soyunma odasında bulundun, öyle mi?" "Evet."

Buna inanmayacaksınız ama doğru olduğuna dair yemin bile edebilirim: Baja’da bungee jumping yapmak dışında sporla tek bir alakası bile olmayan bu üç kadının ilk tepkisi, ‘’Ro Blackman’i çıplak mı gördün?’’ oldu.

Sanırım gördüm; emin değildim.

Odada olduğum zamanların birinde eminim çıplak olarak bulunmuştur. Ama asıl demek istediğim şey şu, hatırlamak için özel bir sebebiniz yoksa bir süre sonra insanların çıplak olduklarını düşünmüyorsunuz bile. Kimleri çıplak gördüğünüzü bilmiyorsunuz çünkü hepsi kâh duşun içinde kâh dışında olan bir tür vals gösterisi gibiler, birbiri ardına gelen sabunla kaplı ıslak kalçalar sadece.

Erkek jinekoloğundan pek bir farkım yok diyerek açıklamaya çalıştım: her gün kişisel uzuvları görmek, o kadar olağan bir durum ki bir süre sonra mesleki alışkanlıktan başka bir anlam ifade etmemeye başlıyor.

Ama yine de merak etmiyor değilim. Erkekler, barda ya da golf sahasında ya da erkek erkeğe muhabbet ederken yaptıkları herhangi bir geleneksel aktivitede, jinekolog olana, Bayan Holcombe’un memelerinin nasıl göründüğünü soruyorlar mıdır acaba? Eli, bir çıtırın vücut boşluğunun içindeyken profesyonelliğini korumanın, onun için zor ya da ‘’korkutucu’’ olup olmadığını merak ediyorlar mıdır?

Sanmıyorum.

Donna, üstelemeye devam ediyor.

Tırnağının kenarındaki etleri kopartırken, ‘’Bu adamlardan hiçbirine âşık olmadığına inanamıyorum.’’ diyor. Açıklamaya çalışıyorum ama farklı cinsel çekim alanlarına sahip olduğumuz için anlatması güç biraz. Donna, o sıralar Baja’da tanıştığı birinden hoşlanıyordu.

Bir gün bu adamlardan birine sırılsıklam âşık olursam, devasa boyutunda bir penise sahip olduğu için değil, herhangi birine neden âşık oluyorsam ona da o sebepten aşık olurum.

Daha kadınsı bir isme sahip olması gereken Donna gibi birçok insan da bunu anlayamıyor.

‘’Pekala, Troy Aikman’le konuştun ama ne kadar seksi olduğunu fark etmedin, öyle mi?

‘’Troy Aikman’le konuştum ama’’ diye başlıyorum ama şişe çevirmece oyununda en önemli kişi denk gelmiş gibi bir bakış fırlatıyor bana.

Aslına bakarsanız onlara da dediğim gibi, işimin en tuhaf yanlarından biri, özel hayatımdaki erkekleri kaçırmak gibi bir özelliğe sahip olması.  Tabii ilk başlarda, bir partide Neil Lomax’ın adını hatırlayabilen ya da shot atıp 18 saniye içinde Rangers’ın tüm menajerlerini bir seferde sayabilen tek insan siz olunca bunu oldukça havalı buluyorlar.

Ama yine de sizi çabucak yatağa atmanın yollarını ararlar. Çoğu erkek, flört döneminde Lassie’yi, ünlü bir köpek olduğu için değil de sadece güzel ve parlak tüyleri olduğu için sevdiğini kanıtlamaya çalışır.

Üçüncü randevudan sonra çoğu erkek için işim problem teşkil etmeye başlıyor. Görünüşe göre, soyunma odasına yaptığım sık ziyaretler (sanki alışverişe çıkıp karşılaştırma yapıyormuşum gibi) ya da spora onlardan daha hâkim olmam onları son derece rahatsız ediyor.

Bana sürekli öğretmen olmamı öneren bazı tuhaf tiplerle o kadar saçma tartışmalara girdim ki anlatsam inanmazsınız. Ya da makale yazma işine geri dönmemi isteyenler. Ya da halkla ilişkilerde çalışmamı tavsiye edenler. Hatta birisi, Sting’in Roxanne’de ‘’ Kendini kanıtlamak zorunda değilsin artık.’’ derken ki tonuyla ‘’Bu işi yapmak zorunda olmadığını biliyorsun değil mi?’’ diye sordu.

Keşfettiğim küçük sırlardan biri de erkeklerin spor hakkında ne kadar az şey bildiği. Onların bu konuda kadınlardan daha bilgili olması beklenir bir de. Çıktığım çoğu erkek, Amerika’nın sosyal mücadelesinden ya da neden Fujimore adında bir adamın Peru’nun başında olmasının bu kadar komik olduğundan kesinlikle habersiz. Dolayısıyla en azından NFL koşucusu hakkında gereksiz birkaç bilgisi vardır herhâlde diye tahmin ediyorsunuz. Tüm bildikleri, Cowboys, Mavericks ve Rangers’ın (a) rekorları, (b) maaşları, (c) koç ya da menajerleri hakkında mızmızlanmak ve Pazar günleri 18 saat boyunca futbol izleme faslından önce yaptıkları barbekünün ne kadar ‘’efsane’’ olduğuna dair böbürlenmek. Soyunma odasında işim olmadığını söylemelerinden hemen önce gerçekleşiyor bunlar.

*

Bunların büyük bir kısmına alıştım ama sanırım asla tamamen özümseyemeyeceğim.
Spor departmanını arayıp benimle değil de, bir erkekle konuşmak isteyen aptalları hiçbir zaman anlayamayacağım ya da yanımdan geçerken üzerime mısır fırlatan tipleri. Ama sporcuların, kadınları ve dolayısıyla beni anlamada zorluk çekmelerini doğal karşılıyorum.

Sürekli olarak yanlarında bulunan eşleri ve anneleri hariç oyuncuların etrafındaki çoğu kadın, kendi hayranları.  ‘’Ooo seninkinin formasında yıldız varmış.’’ demedikleri müddetçe çağdaş kültürde formaların afrodizyak bir etkisi olduğunun farkındayım. İtiraf etmeliyim ki bazı günler UPS görevlisi bile üniforma içinde muhteşem görünüyor.

Ama öz saygısını, profesyonel bir sporcuyla rastgele seks yaparak elde eden birinin zekâsının çok da yüksek olmadığını düşünüyorum. Seçmen kurulunu güzellik salonu zanneden ve ilk ortaya çıkan sporcu için mini eteğini indirmeye hazır kabarık saçlı bir sürü çıtır kız var. Ve bir de, oyuncularla röportaj yapmaya gelmiş belki o da kabarık saçlı, sıcağa ve o gün kuru temizlemede ne indirimdeyse ona bağlı olarak kısa etek giyinmiş bu kadın.

Peki, ilk bakışta neden muhabirin, onlardan farklı olduğunu düşünsünler? Mantıken düşünmemeleri lazım. Bu yüzden görünüşüme haddinden fazla önem veriyorum.

Mesela bir arkadaşıma ya da herhangi bir meslektaşıma düşünmeden söyleyebileceğim şeyler vardır ama bu tarz şeyleri oyunculara söylerken kendimi frenlerim. Önceki gece maçtan sonra Kenny Rogers’la röportaj yaparken bir anda saçlarının ne kadar sağlıklı göründüğü fark ettim. Kafamdaki tilkilerin asla durmak gibi bir niyeti olmadığı için zihnimden tek seferde birçok düşünce geçiyor.  O yüzden ailesinin çilek çiftliğiyle ilgili sorular sorarken acaba yumurta mı böyle güzel ve parlak olmasını sağlıyor yoksa karısının saç kremini mi kullanıyor ya da başka bir şey mi diye düşünüp duruyorum.

Neredeyse içten bir şekilde, ‘’Kenny, biliyor musun, cidden güzel saçların var.’’ dedim. Sonra sustum çünkü yanlış yorumlayabilirdi. İmrenilecek kadar gür ve parlak saçlara sahip olmasını kastettiğimi anlamayabilirdi.

Bir oyuncuya iltifat etmek ya da kişisel bir gözlemimi söylemek istediğim birçok zaman oldu; huyumdur bu benim. Ama huyumun bir anlığına değişmesi gerekiyor çünkü kimsenin benim hakkımda yanlış bir izlenime kapılmasını istemem.

Şimdilerde oyuncularla konuşmaktan çekindiğim bir durum olursa eğer, bu kendimi oraya ait hissetmediğimden değildir. Hiçbir muhabirin orada olmaması gerektiğini düşündüğüm içindir.

En berbat durumlardan biri,  kötü atış yapmış bir atıcıyla ya da serbest atış çizgisinde mücadele veren bir oyuncuyla ya da kendini kaybetmenin eşiğindeki bir koçla röportaj yapmak zorunda olmak. Onların acılarını, öfkelerini ve hatta bazen mutluluklarına müdahil olmak istemiyorum. Dünyanın geri kalanının bilmesi gerçekten bu kadar önemli mi? Onlar her gün gelip bana, ‘’O en üstteki gelişi güzel yapılmış grafikler ne öyle?’’ ya da ‘’Güzel yazı Jenn ama en sonunda başlığı atan yazarların seni hayal kırıklığına uğratmış gibi, nasıl hissediyorsun bu konuda?’’ ya da ‘’Geçen ay hiç esaslı bir şeyler yazamadın. Bu form düşüklüğü kalıcı olabilir mi?’’  diye sorsalar nasıl olurdu diye düşünüyorum.

Cidden bunları yapsalar, onlardan nefret ederdim.

En az iki ya da üç kez kendi sahamızda aldığımız seri galibiyetler ve her zaman olduğu gibi, sizi kale levhasının arkasına götüren üst bölümdeki tünelden aşağıya doğru inerken içimde yine o his var. Vuruş idmanından hemen önce, saat öğleden sonra 4.30 sıraları.  Yoğurtçular, litrelerce yoğurdu dağıtma makinelerine boşaltıyor; adamın biri 15 dakikadır yerfıstıklarını süpürüyor. Stadyumu bu şekilde izlemenin ne kadar muhteşem olduğunu düşünüyorum. Çalışanlar, her yeri temizlemesine rağmen dün geceki çöpler hala etrafta. Sosyeteye ilk defa tanıtılan kızın, önceki gece partide giydiği elbisesiyle bira kokar bir şekilde uyanmasını çağrıştırıyor bana.

2 yard geride, vuruş alıştırması yapılan yerde, birinin bacağını gözüme çarpıyor.  Birisi erkenden alıştırma yapmaya gelmiş. Birkaç adım sonra başsız gövdeler görünmeye başlıyor ve sıcak bir esinti yüzümü okşuyor. Sahanın kenarından o kişinin, Al Newman olduğunu görebiliyorum ve başka biri daha var yanında. Her zaman Al Newman’dır. Sürekli gülümser.

Çünkü o da burada olmaktan mutlu.

Çimler, kıymetli bir mücevhermişçesine uzanıyor. Bu kısımda taraftarlar var; orada da rahatlamak için vuruş alıştırmasını izlemeye gelmiş olanlar. Sonra birden bire kafama dank ediyor: Benim işim, bu oyunun içinde olmak ve bununla ilgili yazılar yazmak. Çekirdek kabuklarınızı yere atmanız sorun değil. Merdivenlerden aşağıya yöneliyorum ve çocukken oturmaya paramın yetmeyeceği koltukların yanından geçip cennetin kapısını aralıyorum ve saha içine doğru yürüyorum.

Bazen, birkaç oyuncunun, doluşup sopaları ve balonlu sakızları kaptıkları kulübede otururum.  Bir dakikalığına, işe başlamadan önce rüzgârla gelen sakızın kokusunu duyarım ve kulübeye yaslanmış olanları ve düzenli olarak oynayanları seyrederim.

Ara sıra suntadan yapılmış reklam panoları ve babamın kolları gelir aklıma.

Önceki gece maçtan sonra kulüp binasında iki kız gördüm. Muhabirlermiş, beyaz düz ayakkabı giymemelerine rağmen bana eski günlerimi hatırlatacak kadar genç görünüyorlardı.

Hiçbiri, kötü bir hareket ya da davranışta bulunmadı. Sadece ufak tefek kıkırdaşmalar oldu. Belki birkaç erkek de eğlencesine etraflarında biraz fazla dolandı o kadar. Oldukça normal, zararsız şeyler.

Bu durumu bir arkadaşıma da anlattım.

Ben soyunma odasındayken bir oyuncunun duştan çıkıp beni fark edince arkasını dönüp tekrar içeriye gittiğini fark ettim. Birkaç dakika sonra havluyu sarmış bir şekilde geri geldi.

Şimdiye kadar havluyu sarıp sarmadıklarına dikkat etmezdim. Ama bu, bir şeyi fark etmemi sağladı: O odadaki varlığım etrafımda dönüp durmalarına neden olmuyordu artık; bir şekilde bu tuhaf hürmeti ve saygınlığı elde etmiştim.

Arkadaşım, ‘’Jenn,’’ dedi, ‘’Sanırım artık bir havluyu hak ediyorsun.’’


Yazı: Jennifer Briggs

Çeviri: Eda Zor

8 Mart 2015 Pazar

One response to Soyunma Odalarında Geçen Hayatım

  1. Adsız says:

    Cok duru ve acik bir çeviri. Çevirmenin gerçekten de ellerine sağlık.

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler