![]() |
Birazdan okuyacağınız yazı 24 Kasım 2014 tarihinde Deadspin'de yayınlanmıştır. |
Hemcinslerimle
ilgili bazı hikâyeler duymuştum: Bazı meslektaşlarım kulüp binasının
kapısında kasten bekletildikleri hissine kapılmıştı. Sizden not defterinize
asla bakmamanız bekleniyordu. Aksi takdirde oyuncu, onun kasıklarına
baktığınızı düşünebilirdi. Her zaman hazır cevap olmalıydınız. Ukala cevaplardan
çok iyi haberler yapmakla ilgilenseniz bile, bu gerçek değişmiyordu.
Yepyeni
düz beyaz ayakkabılarım ayaklarımda, Arlington Stadyum tüneline doğru ağır ağır
ilerledim. Çamur, tükürük ve ay çekirdeği birikintisi yürüme yolunu Carlsbad
mağaralarındaki 10.000 yıllık yarasa dışkısı gibi kaplamıştı. Ürkütücü bir
görev beni bekliyordu. Beyaz ayakkabılarımın son günü, profesyonel sporlarla
ilgili yazım hayatımınsa başlangıcı olacaktı.
Ve
işte orada, sinir anında birçok kez yumruklanmış ve sert darbelere maruz kalmış
büyük kırmızı kulüp binasının kapısındaydım. Görüntüsü taşlanmış hemoglobini
çağrıştırıyordu. Kapıyı iterek açtım ve gözlerimi, çevresine dizilen soyunma
kabinleriyle, etrafa saçılmış masa ve sandalyelerle büyük bir kareye benzeyen ziyaretçi soyunma odasına diktim. Direkt olarak, henüz üzerinde herhangi
bir kıyafet bulunmayan Angel’a doğru yürüdüm. Zaman zaman Bay At Kıçı
olarak anılan Bay October, sandalyesine oturmuş, bir kolej futbolu maçı
izliyordu. Tamamen çıplaktı. Korktuğumu hatırlıyorum çünkü soyunma odasının
nasıl göründüğü veya koktuğunu ya da bu adamı bulmak için kimleri ve neleri aşmam gerektiğini – hiçbir şekilde – bilmiyordum.
Yerdeki ektoplazma yeşili halı da, üzerime dikilen uzun ve dikkatli bakışlar da bitkin
gözüküyordu. Kırmızı kapının arkasına ilk kez geçmemiştim ama korkuyordum. Çünkü
suratsızın tekiyle röportaj yapacaktım. Tam anlamıyla bir bela beni bekliyordu.
Bu, benim için zorlu bir ilk deneyimden çok bir tür geri çekilmeydi.
Ama
vazgeçemezdim. O soyunma odasına adımımı attığım an, aynı zamanda bir kariyer seçimi de yapmış
oldum.
Reggie'ye "Konuşabilir
miyiz acaba?’’ diye sordum. O sırada herkes bizi izliyordu.
Cevap
vermedi.
"Bir
dakikanızı rica edebilir miyim?’’ diye tekrarladım. Ya da en azından söylediğimi düşündüğüm şey buydu. ‘’Yüzünüzün, Lay’s fabrikasındaki kadının her
yıl The Tonight Show’a getirdiği kulak şeklindeki patates cipslerinden birine
nasıl benzediği hakkında konuşabilir miyiz acaba?’’ demiş bile olabilirim.
Çünkü
soruma, sesini yükselterek cevap verdi, ‘’Zamanım yok.’’
Hala
sorumu tam olarak yanıtlamamıştı.
‘’Benimle
konuşacak mısın yoksa konuşmayacak mısın?’’ diye sordum. Basit
bir hayır cevabı yeterli olurdu. Ama bunun yerine, binlerce çocuğun kahramanı
olan bu adam, yüksek sesle, zekâmı küçümseyen sert bir konuşmaya başladı ve beni
kulüp binasından atmaları için birilerine seslendi.
Beyaz
düz ayakkabılarım, üniversiteyi yeni bitirmiş havasında ekose eteğim, o
zamanlar hep arkada topladığımız, atkuyruğu yapılıp tepede tutturulmuş gülünç saçlarım
ve muhtemelen herhangi bir Alpha Chi’yi utandırmaya yetecek kadar çok boncuklu
kolyemle orada öylece duruyordum.
Üstünde
beyaz çorapları dışında hiçbir şey olmayan Reggie de öylece duruyordu.
Sesi
gittikçe yükseliyordu. Benimkiyse daha sağlamdı.
Hemen
hemen herkes maçı bırakıp ben ve Reggie’yi izlemeye başlamıştı. ‘’Burada ne işi
var?’’ diye sordu. ‘’Şu an burada bulunamazsın.’’
Bir defa daha araya girerek ‘’Benimle
konuşacak mısın yoksa konuşmayacak mısın?’’ diye sordum.
Cevap
vermedi.
‘’Peki,
boş ver o zaman.’’ dedim. Döndüm ve dışarı çıktım, bana bakan yüzleri,
kırmızı kapıyı, aşağıdaki 10.000 yıllık yarasa dışkılı tüneli geçtim ve yedek
kulübesine, haberi kopartamamış acemi muhabir dışında başka hiçbir şey
olmadığım gerçek dünyanın aydınlığına ulaştım. Bu, Reggie ile röportaj yapmak
için son denemem ve spor haberciliğindeki ilk başarısızlığım oldu. Sonuncu da
olmayacaktı.
*
Beysbolu, balığı
kılçıklarıyla beraber yememe izin verilmesinden, tüm gece yatağımı ıslatmamayı
başarabilmemden ya da Gilligan Adası’nın gerçek olmadığını fark etmemden çok daha önce sevmiştim. Beysbol, spor yazarı olmamın arkasındaki asıl sebepti
ve bu oyunu babamdan öğrenmiştim. O zamanlar yani yaklaşık 30 sene önce, ulusal
spora olan tutku, babadan oğula geçerdi. Ama sarı bukleli küçük bir kız, bir
şekilde taht sırasına girmeyi başardı. Henüz bir radyoda sohbet programım yok
ama hayatımı spor yazarlığı yaparak kazanıyorum – şu sıralar çoğunlukla Texas
Rangers hakkında yazıyorum. Hedefim, sürekli olarak beysbol birinci ligi
hakkında yazılar yazmak.
Kariyer basamaklarını çıkmak, kadın ya da erkek, hiç kimse için kolay değildir. Tabii babanız, GM’nin ya da GE’nin ya da Merkez Bankası bu sıralar nasıl adlandırılıyorsa onun başkanı değilse... Benim babam Better Monkey Grip Rubber Şirketi’nde satın almacı olarak çalışıyor ve bu durumdan şikâyetçi değilim. Ama yolum dikenlerle dolu. Plainview’deki kuzenlerimizi görmek için gittiğimiz aile seyahatlerinde kullandığımız yumurta kabuğu beyazı Impala bile benimkinden daha az zorlu yollardan geçmiştir hatta.
10
yaşımdan beri beysbol hakkında hikâyeler, insanların ikinci kez okumak isteyeceği güzellikte cümleler yazmak istiyorum. Basın
tribünü olarak dizayn ettiğim kız kardeşimin geniş gömme dolabında, Big Chief
defterlerine mavi boya kalemleriyle Dallas Cowboys’la ilgili köşe yazıları
yazardım. Daha bacak kadarken, Mike Clark’ı oyundan çıkarmadığı için Tom Landry’yi
eleştiriyordum. Nolan Ryan nasıl bugün küçük çocukların kahramanıysa, zamanında benim için de öyleydi.
Arkadaşlarıma
spor sevgimden hiç bahsetmedim. İlkokulda her zaman büyük ödüller kazandım,
futbol maçlarına gittim, yetenek yarışmalarında performanslar sergiledim. Hangi
aptal, sporsever bir kızla çıkmak isterdi ki? Ama okuldan eve geldikten sonra,
çalışmalarımı profesyonellerinkiyle karşılaştırabilmek için çabucak
Star-Telegram’ın akşam spor kuşağını açardım. Bazen de televizyonun sesini
kısar ve beysbol maçlarını canlı yorumlamaya çalışırdım. Şimdi geçmişe
bakıyorum da bu tutkuya erken yaşta kapılmışım. Kalbim kendini, yetişkinler
tarafından oynanan bir çocuk oyununa, ciddi biçimde karşılıklı bağımlı bir ilişkiye
umutsuzca kaptırmış.
Her
şey, ben 3 yaşındayken babamın beni ikinci lig’deki Spurs maçını izlemek için
Tunpike Stadyumu’na – şimdilerdeki Arlington Stadyum’u – götürmesiyle başladı.
Arlington’da beysbol stadyumuna yaklaşık olarak 8 km uzaklıkta yaşıyorduk. Babam,
beni dış saha panolarının arkasına kadar taşır, sağ koluyla sunta tahtalara
tırmanır ve sol koluyla beni sıkıca tutardı. Daha sonra kafamı merkezdeki
panoların üstünden uzatırdı. Annemin karnından doğar doğmaz, stadyumun parlak
ışıklarının altında gözlerimi kısmış bir halde ilk kez bir beysbol maçı
izledim.
Tüm
hatırladığım yeşil renk, ışıklar ve babamın kollarının verdiği o güvenden
ibaret.
Çocuklardan
birinin, üniversiteden yeni mezun, diğerininse anaokulunu yeni bitirmiş olduğu
4 kişilik orta sınıf bir aileydik. İhtiyacımız olan bir şeyi talep etmek
zorunda bile kalmadık ama Büyük Buhran döneminde yetişmiş olan ebeveynlerim,
para harcama konusunda dikkatliydi.
Babamla beraber izlemek istediğimiz birçok beysbol maçına bilet almamız mümkün değildi, bu yüzden devrenin sonlarına doğru duvara tırmanır ya da tel örgülerin arkasındaki beleş çimenlik alana otururduk.
Maçı ayakta izlediğimiz geceler de oldu. O
gecelerde, oyundan daha çok zevk alırdım, üstelik babam, çok bilgili olmayan bu
çocuğa, sabırla temel sayı kazanma kurallarını öğretmeye çalışırdı.
Bir
gece yine maçı ayakta izlerken, Hellen Keller deneyimi yaşadım. Ansızın her şey
anlam kazandı: Sayıların skorbordda nasıl bir düzende ilerlediğini, dokuzun sonunda yan yana duran üç sayının ne
anlama geldiğini, hatta ikinci ve üçüncü üs arasındaki bölgenin neden bir kaleye
sahip olmadığını; hepsini anladım. ‘’Onun görevi o değil işte’’ lafı, artık
yeterliydi: Çek yazmak, çocuk yapmak ya da okuma-yazma bilmek gibi yalnızca
yetişkinlere özgü şeylerden birini öğrenmiştim.
Babam
ve ben beraber ilk birinci lig maçımızı 1972’deki Açılış Gecesi’nde
izledik. Bazı yazlar 20 maça giderdik, bazı yazlarsa yaklaşık 56 maça
gittiğimiz olurdu.
Bazen
de televizyondan izlerdik maçları. Bazı yaz akşamlarında verandada oturup
Rangers maçını radyodan dinlerdik. Annem, bizi akşam yemeği almak için Wyatt’s’a
gönderirse, bekleme sırasında tarihten kalma Walkman ’ini takıp dinlerdi babam.
Bir keresinde koyu sostan mı yoksa kremadan mı istediğini soran kadın görevliyi
‘’Enfes Toby Harrah!’’ diye bağırarak korkutmuştu.
Bahar
mevsimindeki beysbol yemeğine gitmek için yılda bir kez öğle vakitlerinde beni
okuldan alır ve imza alabilmem için erkenden maçlara götürürdü. İmzalı toplar
hala şömine rafımda duruyor, şampiyonluk kazanamamış oyuncuların mezar taşlarına
benziyorlar.
14
yaşımdayken, bir arkadaşımdan Rangers’ın top toplayıcı kızlar alacağını
öğrendim. Haber yalan çıktı ama bu, bana bir fikir verdi. Arlington
Stadyumu’nda top toplayıcı kız olayını başlatmak, aynı zamanda ilk top
toplayıcı kız olmak için tek başıma bir kampanya başlattım. Yönetime
defalarca yazdım.
Yöneticiler bu fikre pek sıcak bakmadı. O yüzden, 16 yaşlarımdayken, tüm birinci lig kulüplerine, top toplayıcı kızlar hakkında yazıp olayın artılarını ve eksilerini sordum. Verdikleri cevapların kopyalarını Rangers’ın ön ofisine yolladım. Onlarla iki yıl daha mektuplaştım, ta ki davet gelene kadar.
Yöneticiler bu fikre pek sıcak bakmadı. O yüzden, 16 yaşlarımdayken, tüm birinci lig kulüplerine, top toplayıcı kızlar hakkında yazıp olayın artılarını ve eksilerini sordum. Verdikleri cevapların kopyalarını Rangers’ın ön ofisine yolladım. Onlarla iki yıl daha mektuplaştım, ta ki davet gelene kadar.
Top
toplayıcı kızlar için seçmeler yapılıyordu.
Üç
kişiyi seçtiler--- Arligton’daki Texas Üniversitesi’nde neşeli bir amigo kız
olduğu için Cindy’yi, modellik deneyimi olduğu için Jamie’yi ve tam bir baş
belası olduğum için beni.
Dışarı
çıkan topları yakalıyorduk ama geriye dönüp baktığımda işe yaradığımızdan değil
de dekor olarak iyi göründüğümüzden orada bulunduğumuzu düşünüyorum. Yedinci
devrede ‘’Cotton-Eyed Joe’’ eşliğinde dans etmemizi istiyorlardı ve kısa bir
süreliğine, ralliler boyunca ponpon salladık – şimdilerde beysbolda sadelikten
yana biri olarak, bu olayı sapkınlık olarak görüyorum. Ama yine de, beysbol sahasında tüm dikkatler
benim üzerimdeydi; bunu kullanabilirdim.
Ertesi
yıl geriye doğru atlama hareketini beceremediğim için sepetlendim.
Ama o zamana kadar, birçok spor yazarı ve
televizyoncuyla tanışmıştım bile. Star-Telegram bana – sporla ilgili – bir iş
teklifinde bulundu, maç skorlarını yazıp telefonlara cevap verecektim.
Ben de Texas
Üniversitesi’ne gitme ve radyo-televizyon okuma planlarımdan vazgeçtim. Gerekli doğal yeteneğe sahip olduğumdan emindim. Yüksek topuklularla yazarlığa uzanan
bu yolda yürüyebilir, hatta günün birinde beysbol haberleri bile
yapabilirdim.
*
Texas Lisesi ve Üniversitesi koçlarının tutumu yüzünden, 18 yaşındaki top toplayıcı kızdan tanınmış beysbol yazarına dönüşme hayallerim kısa sürede suya düştü.
Görüldüğü üzere, spor dünyasında kimse diş(l)i biriyle çalışmak istemiyordu. Ve ne yazık ki, bunu açıkça belirtmekte de bir sakınca görmüyorlardı.
İşe
ilk olarak ofiste, telefondan skorları öğrenerek ve erkeklerin bana
asılmalarına katlanarak başladım. Önceki gece bu yazıyı yazarken bile gözlerim
doldu, boğazım düğümlendi. Dürüst olmak gerekirse, bazı yaralarımın hala iyileşmemiş olduğunu fark
etmek beni şaşırttı.
Mesele
Reggie ya da soyunma odasında alaya alınmam değildi.
Mesele,
karısı şehir dışındayken beni düzenli olarak evine atmaya çalışan lise koçuydu.
Kendisini üçüncü kez reddettiğimde, yaptığım haberlerle ilgili sorularıma baştan
savma cevaplar verip, başka da bir bilgi vermeyeceğini söyledi.
Tüm
erkekler içeride röportaj yaparken ben, Fort Worth's Farrington Field’deki lise
soyunma odasının dışındaki devasa ‘’Kadınlar Giremez’’
tabelasının altında, oyuncuların dışarı çıkmasını bekliyordum. Makyajım akmış
bir halde, öylece yağmur altında. Bir keresinde de Austin’deki Texas
Üniversitesi’nin futbol soyunma odasına doğru yürürken koyu turuncu pantolon giymiş, bronz tenli bir adam, beni kolumdan tuttuğu gibi kapının dışına
koymuştu.
Tanrım,
olay çıkartmaktan nefret ediyordum.
Yıllardır bu durumdan çok az şikâyet ettim çünkü kendimi erkeklerden dışlamak yapmak istediğim son şeydi. Savaş veren bir kadın olarak damgalanmak istemiyordum. Testis
sahibi olmanın, toptan anlamanın kalıtsal yolu olduğu fikrini yıkmak için bir
kampanya falan da yürütmüyordum. Ben sadece spor haberleri yapmak istiyordum.
Ama
ilk suistimal hiç beklemediğim yerden – kendi gazetemden – geldi.
Birçok
çaylağın yaptığı gibi ben de işe, tüm hafta ofis işleri yaparak ve hafta
sonlarındaki maçların haberlerine yardım ederek başladım. Spor yazarı olabileceğimi
kanıtlamamı sağlayabilecek her şeyi yapıyordum. Star-Telegram’daki ilk dört
yılımda, araba fuarında modellik yapmak için bir gün, evlenmek için de beş
gün izin aldım. Bunlar muhtemelen en çok çaba sarf ettiğim yıllardı. Beni ne
zaman yemek yerken görse, durup dikkatlice süzen ve tüm ciddiyetiyle ‘’Jenn, şişmanlarsan
sana ihtiyacımız kalmaz. Ona göre.’’ diyen bir spor editörü vardı. Vücut
ölçülerim 90-60-90 olduğu müddetçe değerli olduğumu biliyordum. Adam bunu her
söyleyişinde ağlamak istedim.
Erkekler,
sinirli olduğum zamanlar bağırarak ‘’adet döneminde’’ olup olmadığımı öğrenmeye
çalışırdı ama kendileri, bana canları ne zaman isterse bağırıp
sinirlenebilirdi.
Spordaki
emir komuta zincirinin halkalarından, bir editör, işten sonra beni Worthington Oteli’ne götürmek için ısrar edip dururdu. Başka bir üst
rütbeliyse, asistanına beni erken bırakmasını söylemiş, bu sayede kendisi beni
park yerinde bekleyebilmiş.
Konuşmak
istediğini söyledi. Arabasına bindim.
‘’Jenn,’’
diye başladı, ‘’18 yaşında bir çocuk gibi mi yoksa bir kadın gibi mi muamele
görmek istersin?’’
İlk
başta işi kastettiğini düşündüm. Meğerse yatağı kast ediyormuş.
Onların
hiçbiriyle, yatak odasının yakınından dahi geçmedim ama ‘’bir kadın gibi’’ dedim
çünkü bu çok yönlü soruya ‘’18’’ diye cevap vermenin istikrarsız kariyerimi nasıl
etkileyeceğini bilmiyordum.
Tam
anlamıyla kafam karışmıştı. Çoğu masum
yorumum cinsel ima olarak algılandı. Pısırığın teki değildim, çoğu şeye kafa
tutabilirdim. İnsanların birbirlerine sık sık cinsel içerikli şakalar yaptığını
biliyorum ve evet, bunlar her zaman taciz anlamına gelmez. Ama bu çok farklı
bir şeydi.
Bunu
bana yapanlar, ya olayı çoktan unutmuş ya da o zamanlar yaptığının farkında
olmadığını söyleyerek samimiyetle özür dilemişti.
Ama
bu saçmalıklar olup biterken işimi yapmam nasıl beklenebilirdi ki? Mavericks’in
istatistiklerini çıkarmakla uğraştığım kadar, bir sonraki ahlaksız teklifle ya
da müstehcen şakayla nasıl baş edeceğimi de düşünmek zorundaydım.
Bazı
okurların da kadınları kabullenmekle ilgili benzer sorunları vardı. Spor
departmanındaki telefonlara bakarken bir yığın saçma sapan soruya cevap
verdiğimi ve cevabım karşı tarafı yeterince tatmin etmeyince, kaç sefer,
‘’Erkek birine ver şu telefonu.’’ diye karşılık aldığımı hatırlamıyorum bile.
Bir keresinde birisi, ‘’aptal karı’’ deyip telefonu suratıma kapatmıştı. Ne
konuştuklarının farkında olmadıklarını biliyorum. Ama insan yine de üzülüyor.
Benimle
benzer pozisyondakiler, gözlerimin önünde yükselirken ben, yıllarca umutsuz bir
şekilde telefonlara bakıp skor tutma işine saplanıp kaldım. Bir defasında, editörler
neredeyse bir yıl kadar yazma konusunda beni denemeye karar verdikten sonra,
asla bir yazar olamayacağımı söylediler. Yaratıcı ve eğlenceliydim ama yazı
yazamadığıma kanaat getirmişlerdi. Bu yüzden ben de yazmadım. Editörler sekiz
ay boyunca beni hiçbir haberde görevlendirmedi. Pes
etmeme ramak kalmıştı. Bir hukuk firmasında araştırmacı olarak işe girmeyi
ciddi anlamda düşünüyordum artık.
Ama
bir şey beni sporun içinde tuttu: Her yıl Rangers maçları için medya geçiş kartım
vardı. Beni bu oyuna bağlı tutan tek şey.
Gazeteciliğin
bu keyfi dünyasında, yeni bir spor editörünün gelişi kariyerime yeni bir soluk
getirdi. Güney Batı Konferansı’ndaki şike skandallarını araştırmaya başladım.
Birkaç iyi hikâye yakaladım ve bunlardan biri, araştırmacı spor gazeteciliği
alanında ulusal bir ödül kazandı.
North
Dallas bankasının dışındaki bir ağacın arkasında saklanıp Saint Mary
Üniversitesi oyuncularından birinin koşarak geri gelmesini beklediğimi
hatırlıyorum. Çünkü parasını buradan alacağını öğrenmiştik. Sonra bir de Güneybatı
Konferansındaki koçlardan birinin oyunculara ödeme yapmasıyla ilgili bir haber
vardı. Bir sabah, asistanı olduğu okula gittim. Orada bulunduğumun haberini
alan koç, koridora doğru yöneldiğimde birden koşmaya başladı. Kendisini masanın altında saklanırken bulduğum
karanlık odaya girmişti.
Vay,
bu oldukça iyiymiş, diye düşündüm. Her şeyi ve herkesi küçümseyen bu ukala
adamlar, kirli çamaşırları ortaya çıkınca nasıl da birden bire süt dönmüş kediye
dönmüşlerdi.
Artık patron bendim.
Bir Saint Mary Üniversitesi taraftarı, beni, bacaklarımı kırmakla tehdit etti
– ama ben halimden gayet memnundum.
Bunun, herkese söyleyebileceği türden bir şey olduğunun farkındaydım.
Tüm
bunlar olup biterken Dallas Cowboys’un kısa makalelerine ve Rangers’ın
haftasonu haberlerine yardım etmeye başladım. Amerika Haber Ajansı için takımla
ilgili haberlerin yazımına da yardım ettim aynı zamanda.
Ayrıca,
maskeli güreşçi köşe yazarı Betty Ann Stout olarak yedi yıllık kariyerimin
zirvesine yaklaşıyordum: Gayrı resmi görevlerim arasında, teçhizat dükkânları
açmak, şehre sirk geldiğinde fillere binmek ve büyük, toynaklı hayvanların sırtında
Grand Marshal gibi rodeo yapmak bulunuyordu.
*
Elbette
küçük olaylar da olmadı değil; Oakland Athletics oyuncularından birinin kulüp
binasının ortasında yanı başımda öylece çırılçıplak durması ya da Los Angeles
Raiders’dan birinin kalçama bir kutu omuz koruyucu atması gibi.
Bir
de Rangers menajeri Doug Rader’in aptalca bir sorumdan dolayı bana mısır
fırlatması olayı var. Elbette Rader, herkese mısır fırlatabilecek türde
biriydi.
O zamana kadar soyunma odasındaki çıplaklığa ve yan hikâyelere alışmıştım. Her zaman, bu olaydaki asıl zorluğun, oyuncuların, benim gibi açık sözlü birini nasıl karşıladıkları olduğunu düşünmüşümdür. Bir takım bana alışıncaya kadar, ya çevredekileri güldüren zekice tespitler yapılırdı ya da öznesini mekandan kovdurabilecek kadar yüksek sesle küfürler edilirdi.
O zamana kadar soyunma odasındaki çıplaklığa ve yan hikâyelere alışmıştım. Her zaman, bu olaydaki asıl zorluğun, oyuncuların, benim gibi açık sözlü birini nasıl karşıladıkları olduğunu düşünmüşümdür. Bir takım bana alışıncaya kadar, ya çevredekileri güldüren zekice tespitler yapılırdı ya da öznesini mekandan kovdurabilecek kadar yüksek sesle küfürler edilirdi.
Oyuncular,
bu oyunla beraber büyüdüğümü, en yakın arkadaşlarımın genellikle kaba saba
erkekler olduğunu, bira şişesini dişlerimle açabildiğimi ya da balık
tutmayı en az onlar kadar sevdiğimi bilmiyorlardı. Bilmiyorlardı ve işimi yapmamı
zorlaştıran bir yoruma cevap vermek zorunda hissetmem dışında, bu olayın, beni
gerçekten rahatsız etmediğini bilmemeleri bana tuhaf geliyordu.
Yaklaşık
yedi yıl önce, Rangers’ın soyunma odasına ilk kez girdiğimde inanılmaz
gergindim. Çıplak vücutlar ya da kaba laflar yüzünden değil. Çevremdekilerin
benim hakkımdaki düşüncelerimden ve ne olursa olsun her şeye güvenle cevap
vermeye niyetlenmiş olmamdan dolayı gergindim.
Yedek
kulübesinden kulüp binasına doğru uzanan tünele adım attım ve açık kapıya
dikkatlice baktım.
Gördüğüm
ilk şey, büyük duştaki dört adam oldu.
Görüş
açım sayesinde, asıl soyunma odasına varabilmem için dört tane ıslak ve çıplak
adamın olduğu duşun önünden geçmek zorunda olduğumu fark ettim. Kimseye
görünmeden, hemen kapının arkasına geçtim.
Tanrım,
kimsenin beni uyarmamış olduğuna inanamıyorum, diye içimden geçirdim. Ya biri
benim o korku dolu halimi görmüş olsaydı. Kimsenin, korkumun kokusunu almamış
olması önemliydi aksi takdirde daha işin başında tüm saygınlığımı kaybederdim.
Belki
de buraya ait değildim. Belki de hiç olmayacaktım. Belki de sürekli tetikte
olamayacağım ve bu işin üstesinden gelmek için gereken sertliğe asla sahip
olmayacağım için haber ya da makale yazmamalıydım. Belki de McDonald’s bir eleman arıyordu. Ancak her şeye rağmen teslim etmem gereken bir iş
vardı. İçeri girmek zorundaydım.
Çıplak
adamlardan korkmuyordum. Beni asıl korkutan bilinmemezlikti. Birkaç adım
atınca duşların önünde uzanan bir koridor olduğunu fark ettim. Çıplak adamlara
ve sabuna doğru yürümeden önce sağa dönmem gerekiyordu.
Röportaj
yaptığım ilk Rangerslı oyuncu, gövdesini havluyla kuruluyordu. Ben daha bir şey
söyleyemeden, ‘’Dur biraz, ufaklığı uyandırıp çadırı kurayım’’ dedi. Söylenebilecek
en salakça şey buydu sanırım. Demek istediğim, penislerin nasıl
çalıştığını biliyorum. Ukala lafların nasıl olduğunu da bilirim. İkincisinin
ilkinden daha komik olması beklenir ama yetişkinlik, durumun bundan farklı
olduğunu öğretti bana.
Nedense
bu şakaya kimsenin gülmediğini bugün bile hatırlıyorum ve bunu hatırlamak bile
kendimi iyi hissetmemi sağlıyor.
Bunun
üstüne, ben de işime baktım. Sorularımı sordum, o da cevap verdi.
Ona,
kendisini okşamak zorunda olmasının ne kadar acınası olduğunu söylemem
gerekirdi.
Çıplaklık beni çok nadiren rahatsız etti ama Nolan Ryan’ı, Ranger beyazı içinde ya da
mavi kotu dışında görmektense hiç görmemeyi tercih ederim. Şu hayattaki iki
kahramanım Nolan Ryan ile babam ve ikisinin de beyaz kıçını görmeye ihtiyacım
yok.
1986
yılında, Dallas’ta kolej futboluyla ilgili bir konferans vardı. Şehir
merkezindeki Hyatt’ın lobisi, golf maçından sonra koçların gelmesini bekleyen muhabirlerle
doluydu. Elimde not defteri, Grant Teaff’ı beklerken duvara yaslanıyordum. Tam
o sırada güvenlik görevlisi, neden orada bulunduğumu sormak için geldi. Durumu anlattım. Otelde kalmıyorsam orayı terk etmek zorunda olduğumu
söyledi. Benim, konukları rahatsız etmemi istemiyormuş.
Spor
yazarı olduğumu ve Grant Teaff’i beklediğimi açıkladım tekrardan ve lobideki,
hepsi erkek olan, muhabirleri gösterdim. Benim orada boş boş dolandığımı
söyledi. Gitmeyeceğimi belirttim. Beni zor kullanarak dışarı atacağını söyledi.
‘’Fahişe
olduğumu mu düşünüyorsun?’’ diye sordum.
‘’Öyle
olması muhtemel,’’ diyerek cevap verdi. ‘’ Ne yapmak üzere olduğuna dair hiçbir
fikrim yok.’’
Küçük
düşürülmüş bir halde üzerimde neler olduğunu düşündüm (aşırı bol bir iş gömleği
ve pantolon). İkimiz de, yanında güvenlikle duran görevlinin olduğu resepsiyona
doğru yanaştık. Eğer lobide durmazsam ve sürekli ‘’hareket halinde’’ olursam 10
dakika daha kalabileceğimi söyledi. Oturmak ya da yaslanmak yok. Yürümeyi her
bıraktığım an görevli ve güvenlik bakmaya başlıyordu. Bu kadarı fazlaydı.
Durduğum an bakıyorlardı, bu yüzden çember çizerek kendi etrafımda dönmeye
başladım.
Ve
işte oldu, polisi aramaya karar verdiler. Hemen eve geldim ve spor editörümü
aradım. Hyatt özür dilemiş; otel lobisinde Grant Teaff’i beklerken fahişe
olmakla suçlandım ben yahu.
1987 yılında spor editörüyle ters düştüm. Sürekli olarak küçük organizasyonlarda görevlendirilmemle sonuçlandı bu durum, hatta ofiste o korkunç skor tutma işine geri dönmüştüm. Aynı zamanda evliliğim de kötüye gidiyordu, tarifi imkânsız bir dönemece giriyorduk. Hayatımın son yedi yılında ne yaptığıma dair düşünmeye başladım. Bunca zaman katlandığım her şey bir hiç uğruna mıydı?
Beklenen Rangers galibiyeti geldiğinde, kendimden geçmiştim. Profesyonel beysbol yazarı olma hayalim, hiç olmadığı kadar uzakta görünüyordu. Aynı zamanda, tekrardan sürekli olarak lise-üniversite koçları ve soyunma odalarının kapısındaki iğrenç görevliler tarafından küçümsenip bunlara daha fazla katlanmak istemiyordum.
Panik
ataklar geçirmeye başladım ve neredeyse, anti depresan ilacı Xanax’a bağımlı
hale geldim. Reçetelerim tükense bile barmenler ya da tanıdıklardan satın
alıyordum. Yüzüm mahvoldu ve tam 18 kilo aldım.
Tanrım,
tek istediğim, spor haberleri yapmaktı. Beysbol hakkında yazılar yazmayı her
şeyden çok isteyen o hareketli, şaşkın top toplayıcı kızdan eser yoktu artık.
Futbol sahaları, soyunma odaları, editörlerin ofisleri ve bar taburelerinde
fazlalıklarımla beraber kaderime terk edilmiştim. Canı burnunda bir ter
yığınına dönüşmüştüm.
Acıdan
ve aşağılanma hissinden kurtulmak için sonunda savaşmaktan vazgeçmiş kanser
hastaları gibi hissediyordum.
Hedeflerim,
hayal olmuştu.
Makale
yazmaya karar verdim.
Tüm
tuhaf haberleri bana verdiler. En sıkıcı konuyu bile ilginç bir şeye
dönüştürebileceğimi biliyorlardı. Ama aynı zamanda haber yapmayı da öğrendim.
İnsan haklarıyla ilgili yazılar yazdım, faşist dazlakları araştırmak
için terk edilmiş depoları tek başıma dolaştım.
Ama
o zamanlar bile, hala beni beysbol stadyumuna götürecek konuları seçiyordum.
Rangers’ın
çamaşırlarını yıkayan kadının öyküsünü yazmak çok da alakasız sayılmazdı. Ryan’ların,
Alvin’deki büyük çiftliklerine ve stadyuma ziyaretini kapsayan, Nolan’ın eşi Ruth
Ryan hakkındaki üç bölümlük seri, üç haftalık enfes bir işe dönüşmüştü benim
için.
Büyük
bir özlemle, sadece beysbol konuşabilmek için spor departmanında amaçsızca
dolanmaya başladım. İki yıldan daha uzun bir süre önce spor editörüne tekrar
spor haberciliğine dönmek istediğimi söyledim. Günün birinde Rangers’la
ilgili haberler yapmak istiyordum.
Fort
Worth’deki yüksek bebek ölüm oranlarıyla ilgili bir haber üzerine araştırma yapan
başka bir muhabirle birlikte çalışarak özel projeler haber ekibinde görev aldım
ve sporla arama koyduğum mesafeyi azalttım. Birkaç ödül aldık ve ben de
biraz özgüven ve yeni bir bakış açısı kazandım. Doğum öncesi bakımını yaptıramadığı için
kızı ölü doğmuş 17 yaşındaki bir anneyle röportaj yaptıktan sonra, yeterince
sayı kazanamadığı için Angels’a kaybeden genç bir atıcıyla konuşmak ne kadar
zor olabilir ki?
Hayalime
geri dönme vaktiydi. Tekrar spor
departmanına dönmeyi talep ettim; istediğimi aldım da.
Geçen
üç yılda kocamı, evimi, kilolarımı ve bir sürü sağlıksız alışkanlığımı
bırakmıştım. Bisiklet sürmeye ve maraton koşusu için idman yapmaya başladım.
Hayat dolu bir insana dönüşünce, hayatımın kayıp 10 yılını geri kazandığımı
hissettim.
Gelmiş
geçmiş en iyi spor yazarı olmak için bir kez daha hazırdım.
*
Oyunculardan
biri, sanki kediye seslenirmiş gibi ‘’Pist kukucuk’’ dediğinde, Oakland Athletics’den biriyle röportaj yapmak için kulüp binasının ziyaretçi
salonunda bekliyordum. Ama elbette Fluffy’yi aradığı falan yoktu; sadece soyunma
odasında bir kadınla karşılaşmıştı.
Bu durum beni artık sinirlendirmiyor. Sadece aptalca ve absürt buluyorum. Ama bazı paranoyalar geçmek bilmiyor işte. Bazen grup röportajlarında aşırı sessiz olduğumda, diğer muhabirlerin, kalın kafalı yaşlının teki olduğumu düşünecekleri gibi bir hisse kapılıyorum.
Genel
görevlendirme spor muhabiriyim artık ki bu da benden ne isterlerse yapmam
gerektiği anlamına geliyor. Bir yazar olarak amacım, okuyuculara, haberini
yaptığım kişilerin de birer insan olduklarını göstermek. Bunu da onlara, köpekleri,
anneleri ve onları duşta sabunu yere düşürmekten bile daha çok sinir eden
şeyin ne olduğu hakkında sorular sormadan yapamazsınız. Bence gayet mantıklı.
Yani, birinci sıradan draft edilmiş bir oyuncu, büyük olasılıkla mutlu biridir
ama onu böyle başarılı kılan şeyin, bizim gibi olmasından mı yoksa bizden
farklı olmasından mı kaynaklandığını bilemeyiz. Aslan yattığı yerden belli
olur; biz de insanları ancak bu şekilde değerlendirebiliriz.
Ama
bu durumu, bazı muhabirlerin çok mantıklı bulduğunu zannetmiyorum. Bazen
birinin evinde röportaj yapmak istediğimde, iş arkadaşlarım çok garip bir
şeymiş gibi karşılıyor. Ama kahve masasını ya da buzdolabındaki abur cuburları
görmeden birinin kişiliğini nasıl yansıtabilirsiniz ki?
Bazen,
maçtan önce herkes boş boş oyalanırken, çıplakların olduğu bir odada bulunup
günümü mahvetmektense, malzemeci Joe Macko’nun odasına gidiyorum, öylece oturmak
için. Bazı geceler, tüm oyuncu eşlerinin beklediği arka kapıdan çıktığımda
sanki onları bir şeyler hakkında uyaran Cosmo kadınıymışım gibi tuhaf tuhaf
bakarlar bana.
Uzun
bir maçtan sonra, kulüp binasının ortasında, birilerinin gelmesini beklerken, bazen sadece
bir yöne odaklanıp bakarım. Hani sıkıldığınız veya bir nesneye büyülenmiş
gibi kilitlendiğinizdeki gibi bir bakış, ta ki gözleriniz şaşı olup araç taksitiniz
ve selülitiniz aklınıza gelip gerçek dünyaya dönene kadar. Geçen gün, ıslak ve
çıplak bir vücut trans alanıma girdiğinde de yine bu haldeydim. Başka herhangi
bir şey de orada olabilirdi. Başka bir yöne bakmam gerektiğinin farkında
değildim.
Bu da değişen başka bir şey. Gerçekten, mümkün olduğunca dikkat çekmeyen biri olmak istiyorum böylece üstünü giyinen birini görünce başka yöne bakabilirim ya da vaktim varsa eğer ben, kendisine yaklaşmadan önce şortunu üstüne geçirmesini bekleyebilirim. Yüzümü çevirdiğimi gördüklerinde, bunun korkudan ya da sinmişlikten dolayı olmadığını muhtemelen biliyorlardır çünkü uzun süredir etraflarındayım. Birazcık da olsa saygılarını kazanmış olduğumu düşünmek istiyorum.
Mavericks’le
tamamen farklı problemler yaşadım. Geçen kışa kadar asla gerçek anlamda bir NBA
soyunma odasında bulunmamıştım. Kapıdan girdiğim an sadece 160 cm boyunda
olduğumu – yani yaklaşık olarak bir NBA oyuncusunun kasıklarına geliyorum –
fark ettim.
Oyun
kurucular, maç sonrası röportajları için hemen favorim olmuştu. Yapmanız
gereken şeylerden biri, not defterinize bakmamak, bir diğeriyse kasıklarını kapatan herhangi bir kıyafetleri yokken dosdoğru bakmamayı başarabilmek.
James
Donaldson en uzun oyunculardan biriydi ve neredeyse her zaman, içeri girmeden
önce üzerine küçük de olsa bir parça bir şey giyene kadar bekledim. Son teslim
tarihi ya da başka bir muhabir bulmadan önce oyuncuyu yakalamak gibi dertlerim
olursa eğer, elbette ben de, kasığının neresinde olduğuna aldırmadan Oral
Roberts’ın gördüğünü iddia ettiği 3 metre boyundaki çıplak İsa ile bile
konuşurum.
Ama
sürekli olarak ince bir çizgide yürümek zorundayım.
Kötü
gününde olsa bile Mavericks’le çalışmak oldukça keyifliydi. Rangers ise
ortalarda dolanan herhangi biriymişim gibi davranıyor bana.
Ah
tabi, onlar aslında benim aptalın teki olduğumu düşünüyor olabilir. Ama bu
durum, tuhaf bir rahatlama hissi oluşturuyor bende. Eğer aptal olduğumu
düşünüyorlarsa, bu da, muhtemelen kadın olduğumdan değil ama aptal gibi
davranmamdan kaynaklanıyor.
İşim
hakkında en şaşırtıcı sorular, genellikle özel hayatımdaki arkadaşlarımdan ya
da tanıdıklarımdan geliyor. Solaryum salonundakiler, oyuncularla çıkıp
çıkmadığımı merak ediyor. İncil kursundakiler, oyuncuların bana kötü davranıp
davranmadığını sorup duruyor. Ve tabii bir de geleneksel tanışma faslı
sırasında, beni sporla ilgili bir tür sınava tabi tutan erkekler var – hemen
hemen şehirdeki her barda bulunan tipler.
Olay
sürekli olarak şu şekilde gerçekleşiyor:
Testosteron
gösterisi yapan ve leş gibi bira kokan, Jethro Bodin vari bir tavırla yaklaşıp tam
olarak ne iş yaptığımı sorar.
‘’Demek
spor yazarısın ha? Peki, spor hakkında bilgin var mı?’’ (Çok ciddiyim, bu
soruyu soruyorlar.)
‘’Baksana,
madem spor hakkında bu kadar çok şey biliyorsun,’’ diye devam ediyor, ‘’bu
soruya cevap verebilecek misin görelim bakalım: Çift sayılı bir Super Bowl
maçında aynı zamanda quarterback olarak da oynayan son NFL koşucusu kimdir?’’
Bir
an duraksayınca hemen üste çıkmaya çalışıyor, ‘’Hani spor hakkında bilgin
vardı?’’
Son
zamanlarda, Wolfe Kreş’inde sekreter olarak çalıştığımı söylemeye başladım. Ama
maalesef, bu da kocaman Dallas saçları ve akşam beşten sonra giydiği kocaman
bir şortu olan tipleri uzaklaştırmamı sağlamadı.
Ve
tabii ki, tanıdığım tüm kadınlar, soyunma odalarındaki o kaslı muhteşem ıslak
vücutları merak ediyor.
Bir
gün oturma odasında oturmuş, birisi Ross Perot’ın seçimi Bush ve Clinton’ın
önünde götürdüğünü söyleyince, ülkenin geri kalanının, onun aşağılık birisi
olduğunu tam olarak ne zaman fark edeceğine dair bahisler yapıyoruz. Söylediklerime
uyduruk klişe cevaplar veren, Cindy, bu durumu üst düzey yöneticilerin, tamamen
muhafazakâr bir tavırla hareket edip mezuniyet balosunun kraliçesi olarak en
çirkin kızı seçmesine benzetiyor ve sadece daha büyük çapta olanı olarak
tanımlıyor.
Donna,
siyasetten hoşlanmaz, bu yüzden gazetede neler yaptığımı soruyor. Donna,
gazetelerden de pek haz etmez aslında. Donna, ötenazi için ideal bir örnek.
İlk
tepki, merak. "Sen de soyunma odasına girebiliriyor musun yani?"
"Yani,
tabii ki."
"Demek
Mavericks soyunma odasında bulundun, öyle mi?" "Evet."
Buna
inanmayacaksınız ama doğru olduğuna dair yemin bile edebilirim: Baja’da bungee
jumping yapmak dışında sporla tek bir alakası bile olmayan bu üç kadının ilk
tepkisi, ‘’Ro Blackman’i çıplak mı gördün?’’ oldu.
Sanırım
gördüm; emin değildim.
Odada
olduğum zamanların birinde eminim çıplak olarak bulunmuştur. Ama asıl demek
istediğim şey şu, hatırlamak için özel bir sebebiniz yoksa bir süre sonra
insanların çıplak olduklarını düşünmüyorsunuz bile. Kimleri çıplak gördüğünüzü
bilmiyorsunuz çünkü hepsi kâh duşun içinde kâh dışında olan bir tür vals
gösterisi gibiler, birbiri ardına gelen sabunla kaplı ıslak kalçalar sadece.
Erkek
jinekoloğundan pek bir farkım yok diyerek açıklamaya çalıştım: her gün kişisel
uzuvları görmek, o kadar olağan bir durum ki bir süre sonra mesleki alışkanlıktan
başka bir anlam ifade etmemeye başlıyor.
Ama
yine de merak etmiyor değilim. Erkekler, barda ya da golf sahasında ya da erkek
erkeğe muhabbet ederken yaptıkları herhangi bir geleneksel aktivitede,
jinekolog olana, Bayan Holcombe’un memelerinin nasıl göründüğünü soruyorlar
mıdır acaba? Eli, bir çıtırın vücut boşluğunun içindeyken profesyonelliğini
korumanın, onun için zor ya da ‘’korkutucu’’ olup olmadığını merak ediyorlar mıdır?
Sanmıyorum.
Donna,
üstelemeye devam ediyor.
Tırnağının
kenarındaki etleri kopartırken, ‘’Bu adamlardan hiçbirine âşık olmadığına inanamıyorum.’’
diyor. Açıklamaya çalışıyorum ama farklı cinsel çekim alanlarına sahip
olduğumuz için anlatması güç biraz. Donna, o sıralar Baja’da tanıştığı birinden
hoşlanıyordu.
Bir
gün bu adamlardan birine sırılsıklam âşık olursam, devasa boyutunda bir penise sahip olduğu için değil, herhangi birine neden âşık
oluyorsam ona da o sebepten aşık olurum.
Daha
kadınsı bir isme sahip olması gereken Donna gibi birçok insan da bunu
anlayamıyor.
‘’Pekala,
Troy Aikman’le konuştun ama ne kadar seksi olduğunu fark etmedin, öyle mi?
‘’Troy
Aikman’le konuştum ama’’ diye başlıyorum ama şişe çevirmece oyununda en önemli
kişi denk gelmiş gibi bir bakış fırlatıyor bana.
Aslına
bakarsanız onlara da dediğim gibi, işimin en tuhaf yanlarından biri, özel hayatımdaki
erkekleri kaçırmak gibi bir özelliğe sahip olması. Tabii ilk başlarda, bir partide Neil Lomax’ın
adını hatırlayabilen ya da shot atıp 18 saniye içinde Rangers’ın tüm
menajerlerini bir seferde sayabilen tek insan siz olunca bunu oldukça havalı buluyorlar.
Ama
yine de sizi çabucak yatağa atmanın yollarını ararlar. Çoğu erkek, flört
döneminde Lassie’yi, ünlü bir köpek olduğu için değil de sadece güzel ve parlak
tüyleri olduğu için sevdiğini kanıtlamaya çalışır.
Üçüncü
randevudan sonra çoğu erkek için işim problem teşkil etmeye başlıyor. Görünüşe
göre, soyunma odasına yaptığım sık ziyaretler (sanki alışverişe çıkıp
karşılaştırma yapıyormuşum gibi) ya da spora onlardan daha hâkim olmam onları
son derece rahatsız ediyor.
Bana
sürekli öğretmen olmamı öneren bazı tuhaf tiplerle o kadar saçma tartışmalara
girdim ki anlatsam inanmazsınız. Ya da makale yazma işine geri dönmemi
isteyenler. Ya da halkla ilişkilerde çalışmamı tavsiye edenler. Hatta birisi,
Sting’in Roxanne’de ‘’ Kendini kanıtlamak zorunda değilsin artık.’’ derken ki
tonuyla ‘’Bu işi yapmak zorunda olmadığını biliyorsun değil mi?’’ diye sordu.
Keşfettiğim
küçük sırlardan biri de erkeklerin spor hakkında ne kadar az şey bildiği.
Onların bu konuda kadınlardan daha bilgili olması beklenir bir de.
Çıktığım çoğu erkek, Amerika’nın sosyal mücadelesinden ya da neden Fujimore
adında bir adamın Peru’nun başında olmasının bu kadar komik olduğundan kesinlikle
habersiz. Dolayısıyla en azından NFL koşucusu hakkında gereksiz birkaç bilgisi
vardır herhâlde diye tahmin ediyorsunuz. Tüm bildikleri, Cowboys, Mavericks ve
Rangers’ın (a) rekorları, (b) maaşları, (c) koç ya da menajerleri hakkında
mızmızlanmak ve Pazar günleri 18 saat boyunca futbol izleme faslından önce
yaptıkları barbekünün ne kadar ‘’efsane’’ olduğuna dair böbürlenmek. Soyunma
odasında işim olmadığını söylemelerinden hemen önce gerçekleşiyor bunlar.
*
Bunların
büyük bir kısmına alıştım ama sanırım asla tamamen özümseyemeyeceğim.
Spor
departmanını arayıp benimle değil de, bir erkekle konuşmak isteyen aptalları hiçbir
zaman anlayamayacağım ya da yanımdan geçerken üzerime mısır fırlatan tipleri.
Ama sporcuların, kadınları ve dolayısıyla beni anlamada zorluk çekmelerini
doğal karşılıyorum.
Sürekli
olarak yanlarında bulunan eşleri ve anneleri hariç oyuncuların etrafındaki çoğu
kadın, kendi hayranları. ‘’Ooo seninkinin
formasında yıldız varmış.’’ demedikleri müddetçe çağdaş kültürde formaların
afrodizyak bir etkisi olduğunun farkındayım. İtiraf etmeliyim ki bazı günler
UPS görevlisi bile üniforma içinde muhteşem görünüyor.
Ama
öz saygısını, profesyonel bir sporcuyla rastgele seks yaparak elde eden birinin
zekâsının çok da yüksek olmadığını düşünüyorum. Seçmen kurulunu güzellik salonu
zanneden ve ilk ortaya çıkan sporcu için mini eteğini indirmeye hazır kabarık
saçlı bir sürü çıtır kız var. Ve bir de, oyuncularla röportaj yapmaya gelmiş belki
o da kabarık saçlı, sıcağa ve o gün kuru temizlemede ne indirimdeyse ona bağlı
olarak kısa etek giyinmiş bu kadın.
Peki,
ilk bakışta neden muhabirin, onlardan farklı olduğunu düşünsünler? Mantıken
düşünmemeleri lazım. Bu yüzden görünüşüme haddinden fazla önem veriyorum.
Mesela
bir arkadaşıma ya da herhangi bir meslektaşıma düşünmeden söyleyebileceğim
şeyler vardır ama bu tarz şeyleri oyunculara söylerken kendimi frenlerim.
Önceki gece maçtan sonra Kenny Rogers’la röportaj yaparken bir anda saçlarının
ne kadar sağlıklı göründüğü fark ettim. Kafamdaki tilkilerin asla durmak gibi
bir niyeti olmadığı için zihnimden tek seferde birçok düşünce geçiyor. O yüzden ailesinin çilek çiftliğiyle ilgili
sorular sorarken acaba yumurta mı böyle güzel ve parlak olmasını sağlıyor yoksa
karısının saç kremini mi kullanıyor ya da başka bir şey mi diye düşünüp
duruyorum.
Neredeyse
içten bir şekilde, ‘’Kenny, biliyor musun, cidden güzel saçların var.’’ dedim.
Sonra sustum çünkü yanlış yorumlayabilirdi. İmrenilecek kadar gür ve parlak
saçlara sahip olmasını kastettiğimi anlamayabilirdi.
Bir oyuncuya iltifat etmek ya da kişisel bir gözlemimi söylemek istediğim birçok zaman oldu; huyumdur bu benim. Ama huyumun bir anlığına değişmesi gerekiyor çünkü kimsenin benim hakkımda yanlış bir izlenime kapılmasını istemem.
Şimdilerde
oyuncularla konuşmaktan çekindiğim bir durum olursa eğer, bu kendimi oraya ait
hissetmediğimden değildir. Hiçbir muhabirin orada olmaması gerektiğini
düşündüğüm içindir.
En berbat durumlardan biri, kötü atış yapmış bir atıcıyla ya da serbest atış çizgisinde mücadele veren bir oyuncuyla ya da kendini kaybetmenin eşiğindeki bir koçla röportaj yapmak zorunda olmak. Onların acılarını, öfkelerini ve hatta bazen mutluluklarına müdahil olmak istemiyorum. Dünyanın geri kalanının bilmesi gerçekten bu kadar önemli mi? Onlar her gün gelip bana, ‘’O en üstteki gelişi güzel yapılmış grafikler ne öyle?’’ ya da ‘’Güzel yazı Jenn ama en sonunda başlığı atan yazarların seni hayal kırıklığına uğratmış gibi, nasıl hissediyorsun bu konuda?’’ ya da ‘’Geçen ay hiç esaslı bir şeyler yazamadın. Bu form düşüklüğü kalıcı olabilir mi?’’ diye sorsalar nasıl olurdu diye düşünüyorum.
Cidden
bunları yapsalar, onlardan nefret ederdim.
En
az iki ya da üç kez kendi sahamızda aldığımız seri galibiyetler ve her zaman
olduğu gibi, sizi kale levhasının arkasına götüren üst bölümdeki tünelden
aşağıya doğru inerken içimde yine o his var. Vuruş idmanından hemen önce, saat öğleden
sonra 4.30 sıraları. Yoğurtçular,
litrelerce yoğurdu dağıtma makinelerine boşaltıyor; adamın biri 15 dakikadır yerfıstıklarını
süpürüyor. Stadyumu bu şekilde izlemenin ne kadar muhteşem olduğunu düşünüyorum.
Çalışanlar, her yeri temizlemesine rağmen dün geceki çöpler hala etrafta. Sosyeteye
ilk defa tanıtılan kızın, önceki gece partide giydiği elbisesiyle bira kokar
bir şekilde uyanmasını çağrıştırıyor bana.
2
yard geride, vuruş alıştırması yapılan yerde, birinin bacağını gözüme çarpıyor.
Birisi erkenden alıştırma yapmaya
gelmiş. Birkaç adım sonra başsız gövdeler görünmeye başlıyor ve sıcak bir
esinti yüzümü okşuyor. Sahanın kenarından o kişinin, Al Newman olduğunu
görebiliyorum ve başka biri daha var yanında. Her zaman Al Newman’dır. Sürekli
gülümser.
Çünkü
o da burada olmaktan mutlu.
Çimler,
kıymetli bir mücevhermişçesine uzanıyor. Bu kısımda taraftarlar var; orada da
rahatlamak için vuruş alıştırmasını izlemeye gelmiş olanlar. Sonra birden bire kafama
dank ediyor: Benim işim, bu oyunun içinde olmak ve bununla ilgili yazılar
yazmak. Çekirdek kabuklarınızı yere atmanız sorun değil. Merdivenlerden aşağıya
yöneliyorum ve çocukken oturmaya paramın yetmeyeceği koltukların yanından geçip
cennetin kapısını aralıyorum ve saha içine doğru yürüyorum.
Bazen,
birkaç oyuncunun, doluşup sopaları ve balonlu sakızları kaptıkları kulübede
otururum. Bir dakikalığına, işe başlamadan
önce rüzgârla gelen sakızın kokusunu duyarım ve kulübeye yaslanmış olanları ve düzenli
olarak oynayanları seyrederim.
Ara
sıra suntadan yapılmış reklam panoları ve babamın kolları gelir aklıma.
Önceki
gece maçtan sonra kulüp binasında iki kız gördüm. Muhabirlermiş, beyaz düz
ayakkabı giymemelerine rağmen bana eski günlerimi hatırlatacak kadar genç
görünüyorlardı.
Hiçbiri, kötü bir hareket ya da davranışta bulunmadı. Sadece ufak tefek kıkırdaşmalar oldu. Belki birkaç erkek de eğlencesine etraflarında biraz fazla dolandı o kadar. Oldukça normal, zararsız şeyler.
Bu
durumu bir arkadaşıma da anlattım.
Ben
soyunma odasındayken bir oyuncunun duştan çıkıp beni fark edince arkasını dönüp
tekrar içeriye gittiğini fark ettim. Birkaç dakika sonra havluyu sarmış bir
şekilde geri geldi.
Şimdiye
kadar havluyu sarıp sarmadıklarına dikkat etmezdim. Ama bu, bir şeyi fark
etmemi sağladı: O odadaki varlığım etrafımda dönüp durmalarına neden olmuyordu artık;
bir şekilde bu tuhaf hürmeti ve saygınlığı elde etmiştim.
Arkadaşım,
‘’Jenn,’’ dedi, ‘’Sanırım artık bir havluyu hak ediyorsun.’’
Yazı: Jennifer Briggs
Çeviri: Eda Zor
One response to Soyunma Odalarında Geçen Hayatım
Cok duru ve acik bir çeviri. Çevirmenin gerçekten de ellerine sağlık.
Yorum Gönder