![]() |
Birazdan okuyacağınız röportaj, 9 Nisan 2015 tarihinde The Telegraph'ta yayınlamıştır |
Chelsea menajeri Jose Mourinho sözlerine “Bence,” diyerek başlıyor. “Bir
sorunum var: O da bu işe başladığım günden bu yana yaptığım her şeyde daha da iyiye
gidiyor olmam. Pek çok farklı alanda evrim geçirdim. Oyunu daha iyi okuyor,
maçlara daha iyi hazırlanıyor, daha iyi antrenman yaptırıyor, metodolojiyi daha
iyi biliyorum. Giderek daha iyi olduğumu hissediyorum. Ama bir konu var ki onda
değişebilmem mümkün değil: Medyanın karşısında asla ikiyüzlü davranamam.”
Mourinho istatistiksel açıdan dünya futbolunun en başarılı kulüp menajeri.
Çalıştığı dört ülkenin tamamında şampiyonluklar yaşadı. İki kez Şampiyonlar
Ligi’ni kazandı. Ama tüm bunlar başarılarının ancak yarısına denk geliyor.
Mourinho dünya futbolunun kitleleri en fazla ikiye bölen figürü. Rakip taraftarları
onun kadar gıcık etmeyi başarabilen bir teknik direktör daha yok. Hakemlere,
federasyona dalaşıyor; sansasyonel basın toplantıları yapıyor, saha kenarında
arbede çıkarıyor: Futbolu falan boşverin, tek başına Mourinho’yu izlemek bile
kendi içinde bir spor sayılır.
Londra’nın güneyindeki mağara gibi bir stüdyodayız. Mourinho son iki
saattir üzerinde spor giysiler, Jaguar marka bir arabaya bir inip bir binerek
fotoğraflar çektiriyor. Şık ama kararlı bir gelenekçiliği var. Çekimin moda
koordinatörü, kıyafetlerle pek ilgilenmediğini; modadan çok rahatlığa önem
verdiğini söylüyor.
Gardrobunda da siyah, gri ve lacivert renkte kıyafetlerden oluşan monoton ve
gösterişsiz bir giysi dağı var zaten. Mourinho turuncu renkli süveterler
giyecek tarzda bir adam değil. Fotoğraf çekimiyle ilgili sorumluluklarını
şikayet etmeden yerine getiriyor. Yüzünde resmî, ne gülen ne de somurtan,
anlaşılmaz ve gizemli, ancak kendi isminden türetebileceğiniz bir sıfatla
tanımlanabilecek Mourinho-esk bir ifade var. Yakınlardaki başka bir stüdyoda
başka bir sponsor için fotoğraf çektiren Didier Drogba’nın stüdyoya dalarak
yaptığı “photo-bomb” bile havasını bozamıyor.
Çekimin sonunda herkes bilgisayarın başına toplanmış fotoğraflara bakarken
de gözler merakla Mourinho’nun kararını bekliyor: “Fena değil” diyor. Fena
değil mi? Ne yani? Harika mı, berbat mı? Yoksa sadece “fena değil” mi? Anlamak
imkansız.
Şimdi de stüdyonun kafeteryasındaki bir koltukta oturuyor. İngiliz ve
Portekizli iki menajeri hemen yakınlarda. Önündeki masaya kekler, sandviçler ve
bir şişe su konuyor ama hiçbirine elini sürmüyor.
Mourinho bu sabah da Cobham, Surrey’deki Chelsea tesislerindeydi. Ritüeli
asla değişmiyor. Her sabah 7.30’da gelip ofisine giriyor, kapıyı kitliyor ve
iki saat boyunca dışarı çıkmıyor. “Yalnız kalmaya ihtiyacım var. Futbol
açısından pek yaşlı sayılmam. 52 yaşında olduğum düşünülürse, daha önümde 20
yıllık bir kariyer var. Ama ben kendimi bir “yaşlı kurt” olarak görüyorum.
Hiçbir şey beni korkutmuyor, fazla endişelendirmiyor, bana öyle geliyor ki artık
beni şaşırtacak bir şey olamaz. Duygularımı kontrol etmek konusunda çok çok
stabilim ama düşünmek için de zamana ihtiyacım var. Bir oyuncunun sakatlığını
ya da bir sonraki maçın taktiğini düşünerek gecenin köründe uykumdan uyanmak
istemiyorum. Geriye dönüp bakmam, çıkabilecek sorunları öngörmem gerek. Bunun
için de kendime zaman ayırmalıyım.”
Kendisi gibi Jose adındaki babası
kalecilik yapmış. Portekiz formasını giyip milli olduğu tek maçın ardından antrenör olmaya karar vermiş.
Genç Jose babasına maçlarda eşlik etmiş, saha kenarının yönetimine yardımcı
olup babasının direktiflerini oyuncularına iletme görevini üstlenmiş. Kısa bir
süre sonra kendisi de futbol oynamaya başlasa da Portekiz futbolunun ikinci
kümesinde çelimsiz ve sıradan bir savunmacı olarak geçirdiği bir kariyerin
ardından antrenörlüğe adım atma kararı almış. Önce Lisbon Teknik
Üniversitesi’nde spor bilimi okumuş, sonra da öğretmenlik yapmış.
İlk işinde Down sendromlu ve zihinsel engelli çocuklara öğretmenlik
yapmış. “Zor bir iş” olduğunu itiraf ediyor: “Teknik açıdan bu çocuklara
yardımcı olacak kadar donanımlı değildim. Başarılı olmamın tek bir sebebi
vardı: O da onlarla kurduğum duygusal ilişkiydi. O ilişki sayesinde küçük
mucizeler yarattık. Şefkat, ilgi, empati... Hepsi bunlar sayesinde. Hayatı
boyunca bir üst kata çıkmayı reddetmiş bir çocuk vardı. Bir başkası en basit
hareketleri bile yapamıyordu. Karşımızda buna benzer pek çok farklı sorun
vardı. Pek çoğunda yalnızca empatiden güç alarak başarılı olduk.”
“Ardından 16 yaşındaki çocuklara antrenörlük yapmaya başladım. Şimdi
dünyanın en iyi oyuncularıyla çalışıyorum ve hepsiyle çalışmanın püf noktası
aynı: Antrenörlükte önemli şey, teknik anlamda hazır olmak değil, karşınızdaki
insanla kurduğunuz ilişki. Elbette bilgili olmak, analiz yeteneğine sahip olmak
gerekli. Ama her şeyin merkezinde o kişisel ilişki, empati var ve bu sadece
bireylerle değil, takımla da böyle. Takım içinde böyle bir ortam yaratmak için
herkes fedakarlık yapmalı. Mesele senle benim aramda mükemmel bir ilişki
bulunması değil, grup içinde mükemmel ilişkilerin kurulmasıdır. Çünkü kupaları
bireyler değil, takımlar kazanır.”
Takım. Bu kelime, Mourinho’yla sohbetim sırasında devamlı olarak kulağıma
çalınıyor. Bireysel yetenekler kolektif bir amaca doğru nasıl
yönlendirilebilir? Daha 21’nci yaş gününe gelmeden tribündeki taraftarın en
tatlı rüyalarında bile göremeyeceği paraları kazanan bir oyuncu nasıl motive
edilebilir? Mourinho’nun sesi yükseliyor “Çok doğru! Eskiden oyuncular futbola
başladıklarında, emekli oldukları zaman zengin olmayı hayal ederdi. Şimdi daha
ilk maçlarına çıkmadan zengin olmak istiyorlar!”
Her şeyde olduğu gibi futbolda da şöhretli figürler (yani bireyler) cirit
atıyor. Dünyada yılın en iyi oyuncusunun açıklandığı FIFA Ballon d’Or
töreninde, Oscar Ödülleri’ne gelen aktör ve aktrisler misali gösterişli bir geçit
yapan futbolcuların hali, bu durumun en güzel özeti.
Mourinho’nun da kabul ettiği üzere Arsenal menajeri Arsene Wenger’le pek
çok konuda anlaşamıyorlar. (Mourinho ondan bahsederken, boğulacakmış gibi bir
isteksizlikle “Wenger” diyor.)
“Ama Wenger’in söylediği bir şeyi ilgi çekici buldum: Ballon d’Or’a karşıymış
ve bence bu görüşünde haklı. Çünkü bugünlerde futbol takım kavramından biraz
uzaklaşarak bireye odaklanıyor. Sürekli olarak bireysel performansa, bireysel
istatistiklere, kimin daha çok koştuğuna bakıyoruz. Ne yani, benden iki
kilometre daha fazla koştun diye daha iyi mi oynamış oluyorsun? Belki de benim
koştuğum 9 km, senin 11 km’den daha önemliydi?” Gülüyor.
“Benim için futbol kolektif bir oyun. Gruba katkı yapmak isteyen her
bireyin başımın üzerinde yeri var. Ama o bizim için çalışacak, biz onun için
değil. Yüksek kalitede bir oyuncu geldiği zaman, takım zaten hazırdır.
Amerika’yı keşfeden Columbus misali, o gelip takımı keşfetmez. Hayır. Takıma
girer ve daha iyiye gitmemiz için katkı verir. Bir menajer olarak, her gün bu
mesajı vermek zorundayım. Bu iş öyle nutuklarla, konuşmalarla da olmaz. Önemli
olan oyuncuların davranışlarınızda ve onlara yaptığınız geri dönüşlerde
gözlemledikleridir. Şu veya bu oyuncuya verdiğiniz karşılık, biriyle ya da diğeriyle
kurduğunuz empatidir.”
“Bir oyuncuya verilemeyecek tek şey var, o da yetenek. Fakat yetenekli
oyuncunun da takımın ihtiyaçları doğrultusunda, düzgün şekilde çalışması
gerekir. Karşınızda geniş görüşlü, kendini geliştirmek için yardımınızı
bekleyen zeki bir adam mı var, yoksa takımın kendisinden daha önemli olduğuna
ikna etmenizin çok zor olduğu bencil bir çakal mı? Çalıştığım kulüplerde her
çeşit oyuncu gördüm. Hiçbir yerde mükemmel bir kadro bulamazsınız. Ama bana bir
oyuncuda en önemli şeyin ne olduğunu sorarsanız, yetenek derim.”
Taraftarlar için genç bir yeteneğin tribündeki herkesin hayallerindeki o
şansı bulması ve boşa harcaması, devamlı olarak bir üzüntü ve sevinç sebebi.
“Biliyorum” diyor Mourinho başını sallarken. “Ama unutmayalım: Bu oyuncular
da bir sistemin son ürünü. Örneğin, bir oyuncum vardı (ismini vermeyeceğim),
ona ilk 11’de şans verdim. Oynamaya başlamasından birkaç hafta sonra önce
annesi sonra da babası işlerini bırakıp onunla beraber yaşamaya başladılar.
Onun yerine hayatını yaşamaya, onun adına kararlar almaya başladılar. Bu çok
zor bir şey.”
Peki o oyuncuya ne oldu? Mourinho omuzlarını silkince, anlıyorum ki
kariyeri kısa sürede tepetaklak olmuş.
“Bu binlerce örnekten yalnızca biri. Oyuncuların ebeveynleri konusunda,
çalıştıkları menajerler konusunda şanslı olmaları şart. Eğitimli olmaları
gerek. Bir keresinde oyuncularımdan biri altında yeni bir arabayla yanıma
geldi. “Yine mi yeni araba? Neden aldın? Bir evin var mı?” diye sordum. Yok. “Peki
bankada çok paran var mı?” Yok. Dedi ki “Bu arabayı ben almadım. Babam leasing
sayesinde bedavaya aldı. Ben de yalnızca belgeleri imzaladım.” Leasing’in ne
olduğunu bilip bilmediğini sordum. Hala “Bedavaya aldım!” diyordu. Hayır!
Buraya oturacaksın ve sana leasing’in ne olduğunu açıklayacağım. Çünkü belli ki
kimse bunu sana anlatmamış.”
“Porto’yla 2003’te yaptığım ikinci kontrattan sonra, elime büyük (gerçekten
çok büyük) paralar geçmeye başladı. 30’lu yaşlarımdaydım. Evliydim. Yani bu tip
bir şeye hazırdım. Bu çocuklar daha 16, 17, 19, 20 yaşındalar. Nasıl tepki
vermeleri, ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar.”
“Chelsea’de oyunculara mali anlamda danışmanlık ve destek verdiğimiz bir
departmanımız var. Bankadan görevliler parasal durumları açıklıyor. Ev mi almak
istiyorsun? O halde doğru insanlarla doğru bir iş yaptığından emin olmalıyız. A
takıma çıkan genç oyunculara araba aldırmıyoruz. Sponsorumuz Audi onlara araba
sağlıyor. Oyuncuların buna ihtiyacı var. Burası çok karmaşık bir dünya.”
Peki kendini bir baba figürü olarak gördüğün oluyor mu?
“Bu benim görevim!”
*
Mourinho ve eşi Matilde kıyı şehri Setubal’de yan
yana sokaklarda beraber büyümüş, genç yaşta birbirlerine aşık olmuşlar.
Evlilikleri 26 yıldır sürüyor, kendi adlarını verdikleri Matilde ve Jose
isminde gençlik çağına gelmiş iki çocukları var.
Söylediğine göre en yakın arkadaşı, Benfica’da
göreve başladığı günden bu yana asistanlığını yapan ve çalıştığı her kulübe
onunla beraber gelen Rui Faria. “Rui eskiden şöyle derdi: “Kazanan bir futbol menajerinin hayatı kadar güzeli yoktur.”
Gülerek ekliyor: “Doğru, elimizden geleni yapıyoruz. Ama bu ülkede o kadar çok
maç oynanıyor ki sonuçların moralimi etkilemesine izin vermemem çok önemli. 5-3
kaybediyoruz, sonraki gün antrenman var. İki üç gün geçiyor, başka bir maç.
3-0, 4-0 kazanıyoruz, sonraki gün yine bir antrenman. İki üç gün sonra yine bir
maç. Duygularımı saklamak zorundayım. Her gün zafer ve yenilgiyi hazmederek
yaşıyorum.”
“Bir menajer tabii ki kulüpteki en önemli kişi
değildir. Her zaman söylerim, birinci sırada taraftar vardır, ikinci takım
sahibidir, üçte oyuncular gelir. Ancak ondan sonra ben gelirim. Ama menajer
herkesin gözü önündedir. Oyuncular sizi izler, analiz eder. Reaksiyonlarınızı,
tutarlılığınızı görmek isterler. Kulüp çalışanları da sizi izler, olumlu ya da
olumsuz anlamda takipçiniz olurlar. Taraftarların gözü bile sizdedir. O gün
aldığınız büyük yenilginin ardından bir sonraki maça hazır olduğunuzu, muhteşem
bir galibiyetten sonra ise havalara uçmadığınızı, ayaklarınızın yere bastığını
görmek isterler. Ben bu durumları çok iyi kontrol ettiğimi düşünüyorum.
İnsanları olumlu ve olumsuz uçlar arasında dengede tutmak konusunda da iyiyim. Evdeyse
böyle şeyleri pek beceremiyorum. Çünkü beni çok iyi tanıyorlar. Saklanamıyorum.
Hemen niyetimi anlıyorlar.”
Mourinho nazik ve kültürlü bir adam. Portekiz’in en
sevilen şairi Fernando Pessoa’nın yazdıklarına büyük bir hayranlık besliyor.
(Pessona’nın yazdığı Huzursuzluğun Kitabı’nda onun için yazılmış gibi gözüken
bazı satırlar var: “Anlaşılmayı her zaman
reddettim. Anlaşılmak, kendini pazarlamaktır. Olmadığım bir kişi gibi davranarak saygı
görmeyi, insanlar karşısında bilinmez olmayı, doğallığımı ve saygınlığımı korumayı;
anlaşılmaya tercih ederim.”) Sohbetimiz sırasında düşünceli, katılımcı ve
içten. Maç sonrası basın toplantılarında verdiği o sert, imalı demeçlerin aksi
bir imaj sergiliyor. Nezaket kurallarına çok dikkat ediyor. Konuşmamızın bir
noktasında ağzından argo sayılabilecek bir kelime çıktıktan hemen sonra,
kelimeyi hatırlatmamamı rica ediyor.
Yakın zamanda futbol dışı bir platformda karşılaştığı
en ilginç şeyin ne olduğunu sorduğumda da Dünya Beslenme Programı Elçisi olarak
Fildişi Sahili’ne yaptığı ziyareti anlatmaya başlıyor. “Eşim ve çocuklarımla
paylaştığım muhteşem bir deneyim oldu. Yoksulluğun ne olduğunu biliyorduk ama
böyle bir gerçeklikle direkt olarak yüz yüze gelmek inanılmazdı. Aynı anda hem
olumlu hem olumsuz hem de başa çıkması zor bir durum ama böyle bir şeyle bağ
kurmak, yapılan çalışmalara katkı vermek benim için bir onur.”
O ve eşi aynı zamanda Setubal’deki Katolik beslenme
yardımlarını da destekliyor. “Ama insanların hangi programlara yardım
ettiğimizi bilmemesini, reklamımızın yapılmamasını istiyoruz. Böyle bir şeye
gücümüz yettiği için bunu yapıyoruz. Çocuklarımızın ne kadar ayrıcalıklı bir
ailede büyüdüklerini, diğer insanların desteğe ihtiyacı olduğunu anlamaları
için bunu yapıyoruz.”
Kendine
göre dindar bir insan olduğunu söylüyor: “Tamamen ve şüphe duymadan inanıyorum.
Her gün dua ediyor, O’nunla konuşuyorum. Her gün, hatta her hafta kiliseye
gitmiyorum. Ama ne zaman gerekli olduğunu düşünürsem kilisede oluyorum.
Portekiz’deyken de düzenli olarak gidiyorum.”
Ne
için dua ediyor?
“Ailem
için! Çocuklarım, annem ve babam, mutlu ve iyi bir aile hayatı için. Ama şunu
tüm samimiyetimle söylüyorum: Tanrı’yla futbol konuşmak için asla kiliseye
gitmem. Asla!”
Kendini
iyi bir insan olarak tanımlar mı?
“Galiba.
İyi bir insan olmaya çalışıyorum. Bence iyi bir insanım. Ailemle,
arkadaşlarımla sorunum yok. İyi bir aile babası, iyi bir dostum. İsmini bile
bilmediğim insanlara yardımcı olmaya çalışıyorum. Hatalar yapıyor muyum? Evet.
Mesleğim yalnızca fazlasıyla rekabetçi olmakla kalmıyor hem çok duygusal hem de
insanları bazı davranışları göstermeye itiyorum, evet. Ama profesyonel kariyer,
insan hayatının yalnızca bir parçası; bir insan ise kariyerinden çok daha fazlasıdır.”
Aile
hayatıyla profesyonel yaşamı birbirinden ayrı tutmak için elinden geleni
yaptığını söylüyor. Eşiyle asla futbol konuşmuyormuş. “Onun dünyası farklı.
Sevdiğin kulüpte ol. Mutlu olduğun yere git. Anlaştığın insanlarla çalış. Bana
sürekli bu tip tavsiyeler veriyor. Çünkü o da biliyor ki bunlar olduğu zaman
evdeki herkes için hayat daha güzel olacak. Ama yine de zor. İşleri ayrı
tutmaya çalışsam da bazen başaramıyorum. Önemli bir maçı kaybettiğimiz zaman,
eve suratsız gitmemeye çalışıyorum. Sonuçta yarın yeni bir gün, önümüzde daha
maçlar var falan filan diye düşünüyorum. Ama eve bir geliyorum, herkesin suratı
sirke satıyor! Hepsi benim için üzgün!”
Futbolcular
(ve menajerler) genelde alışkanlık bağımlısı oluyorlar. Büyük evlere, kocaman
garajlara ve taşrayı hatırlatan mahallelere bayılıyorlar. Manchester United’ın
menajerini ve kadrosunun yarısını bu tarife benzer bir mahallede
bulabilirsiniz. Surrey’nin içindeki Cobham kasabasında da Chelsea oyuncuları
çoğunlukta. Mourinho’nun kadrodaki birçok oyuncunun aksine Belgravia’da
yaşamayı tercih etmesi, onun hakkında ilginç bir bilgi olarak önümüze çıkıyor.
Ailesinin ve kendisinin orayı tercih ettiğini söylüyor. Madrid veya Milano’nun
aksine Londra’da “sıradan bir hayat sürebildiğini” söylüyor.
Yollarda
yürürken beş dakikada bir, bir Chelsea’li, bir Tottenham’lı, bir Arsenal’lı,
“hatta ve hatta Liverpool veya United taraftarı bile görmek mümkün. Ve bunu
seviyorum. Çalıştığım diğer şehirlerde sürekli olarak kulübümün taraftarları
arasında olurdum. Milano’nun yarısı Inter’li yarısı Milan’lı. Madrid’in yüzde
70’i Real, yüzde 30’u Atletico’lu. Porto’da herkes Porto’lu. Birisi yanıma
gelip konuştuğunda, dinlemekten hoşlanıyorum. Ama bana futbol dersi vermeye
kalkanları dinlemiyorum tabii ki!”
“Ama
bana kalırsa Londra’daki insanlar birini rahatsız etmekle etmemek arasındaki
farkı biliyorlar. İnsanların kendi alanlarına ihtiyacı olduğunun, saygı hak
ettiklerinin farkındalar. Beni rahatsız eden birileri olsa bile bunlar her
zaman İngiliz olmayanlar oluyor. Restoranda bir İngiliz görürsem elbette bir
imza ya da selfie istiyor ama ben yemeğimi bitirene kadar bekliyor, örneğin.
Alışveriş merkezinde denk gelirlerse de bekliyorlar. Kendime çorap seçmeye
çalışırken yandan dalmıyorlar. Sokakta yürürken de aynı şeyi hissediyorum. Londra’da
ailenizle sokakta yürürken kötü bir maç sonucu yüzünden rahatsız edilmeniz
mümkün değil! Madrid ve Milano’da tam tersi...”
Kafasını
bıkkın bir ifadeyle sallayarak söylüyor: “Her futbol sever, kendini teknik
direktör sanıyor.” Ama acı gerçek şu ki insanlar futbolu fazla ciddiye alıyor. “Ben
de futbol söz konusu olunca çok ateşliyim ama biz profesyoneller için de,
taraftarlar için de durum aynı: Eğer her şeyiniz futbolsa, bir sorun var
demektir. Portekiz’de annen, baban ve tuttuğun takım hariç her şeyi
değiştirebilirsin derler. Futbolun sosyal, politik ve kültürel gücü
düşünüldüğünde şaşırtıcı bir söz değil. Ama bir futbolcunun Forbes
dergisinin yaptığı dünyanın en etkili 100 insanı listesinde ne işi var? ”Aslında
bu sayı, bir değil iki. Geçen yıl Cristiano Ronaldo 30’ncu, Leo Messi 45’nci
sıradaydı. “Akıl almaz bir şey! Kimsenin hayatını falan kurtardığımız yok!
Takımı maç kaybetti diye beşinci kattan atlayan insanlar olduğunu biliyorum ama
o insanlar sorunlu. Bir futbolcuyu ya da menajeri, bir bilimadamıyla, doktorla
kıyaslayabilir misin? Kesinlikle, hayır.”
Mourinho,
İngiliz futbol dünyasında hiç yakın arkadaşı olmadığını söylüyor. “Bazı
kişilerle birbirimizi severiz, iletişimimiz vardır ama yakınız diyemem.” Ancak
bir adam var ki onun için duyduğu hayranlık sınırsız: Sir Alex Ferguson.
İki
isim, 2004’te Porto’nun Manchester United’ı
Şampiyonlar Ligi’nden elediği eşleşmede tanıştı. “İşte o zaman büyük bir
adamın, iki yüzü olduğunu hissettim. Biri rekabetçi olan, her şeyi kazanmaya
çalışandı. Diğeri ise prensipleri olan, rakibine saygı duyan, adil oyuna önem veren.
Bu iki yüzü işte o dönemde gördüm ve bu benim için çok önemliydi.”
“Portekiz
ve Latin kültüründe, bu çeşit bir ikinci yüz yoktur. Kazanmak için futbol
oynarsın ve çoğu zaman bunun dışında bir amaç olmaz. Ama United’ı Şampiyonlar
Ligi’nden elediğimiz o gün, kendime örnek aldığım o diğer güzel yüzü gördüm.
Onu örnek almaya çalışıyorum.”
Mourinho’nun çoğu zaman Makyavelist olarak
tanımlandığı düşünülürse, bu çabanın pek anlaşılmadığını söylemek haksız olmaz.
“Ben kendimi Makyavelist bulmuyorum.”
Peki hiç Machiavelli okudu mu?
“Evet, elbette Machiavelli’yi biliyorum. Zaman zaman yorumlarımda
ondan bir şeyler olduğu da doğru ama bunun ötesinde bir şey yok. Kesinlikle
yok.”
Her menajer, şikayet etmeyi sever (“Penaltıydı,
değildi ya da şanssızdık” açıklamalarından birini yapmak hayati bir karardır)
ama Mourinho sızlanma eylemini bir sanata dönüştürmüş durumda. Yalnızca
hakemler değil, tüm dünya ona karşı. Takımına “underdog” ruh halini aşılamak,
onun için doğal bir savunma mekanizması ama aynı zamanda öne süreceği bahaneler
için de bir zemin oluşturuyor. Her zaman üstün durumda olduğu basın
toplantılarında yaptığı en müşvik açıklamalarda bile rakipleri, futbol
otoritelerini, cevap verdiği muhabiri küçümsüyor. İnsanları överken bile
iğnelemeyi başarıyor.
Tecrübeli bir futbol yazarı şöyle diyor: “Bu bir
Ferguson stratejisi. Jose tehdit olarak görmediği insanlara iyi davranıyor.”
Bu tespiti Mourinho’ya ilettiğimde alınıyor: “Hayır!
Hak edenleri övmeyi severim. Özellikle mağlubiyetten sonra “Hakem maçı harika
yönetti” demek hoşuma gidiyor.”
Kendisinin çok yanlış anlaşıldığını düşündüğümü, yüzü
hiç oynamasa da müthiş bir komedyen olduğunu söylüyorum.
Bana hiçbir şey söylemeden bakıyor. Sonra yavaşça,
yüzünde kocaman bir gülümseme beliriyor.
Yazı: Mick Brown
Çeviri: Anıl Can Sedef & Niko Yenibayrak
Yazı: Mick Brown
Çeviri: Anıl Can Sedef & Niko Yenibayrak
Yorum Gönder