Bizi Twitter'dan takip etmek için: @sotatercuman
Çeviri arşivimize ulaşmak için tıklayın.


Bir Dâhi, Bir Bilmece, Bir Kahraman: Mesut Özil

Bu yazı, ilk olarak 5 Mayıs 2017 tarihinde B/R Mag'de yayımlanmıştır.

Dünya futbolunda kamuoyunu onun kadar keskin şekilde ikiye bölen bir oyuncu daha var mı? Konu Arsenal'lı Mesut Özil olunca cevap aramaya değer bir soru bu. Futbolseverler 28 yaşındaki çelimsiz yıldıza baktıklarında topa yaptığı hassas dokunuşlarla, ipeksi paslarıyla görkemli bir güzellik ya da tembel ve savunma becerisinden açık şekilde yoksun bir oyuncu görüyorlar.

O bir modern sanat eseri, bir Rorschach deseni gibi.

Örneğin, Kasım ayında Ludogorets karşısında attığı golü düşünelim: Kalecinin üstünden yaptığı aşırtma, topla aniden duruşu, iki savunmacıyı devirmesi, sonra da boş ağlara topu rahatlıkla bırakması. Destekçileri sorabilir, bunu başka kim yapabilir ki? Ya da 2014 Dünya Kupası yarı finalinde Brezilya karşısında Almanya formasıyla sanki hiçbir şey yapmıyormuş gibi sahanın her yanına attığı pasları, başka kim öyle atabilir ki?

Karşı taraftakiler ise geçen sezon Liverpool, geçtiğimiz sonbahar Manchester City karşısında kaybolup gittiği maçlara ve Bayern Münih karşısında gösterdiği sönük performanslara daha çok odaklanıyor.


Mesut'un oyuncu olarak itibarı, an itibariyle dibe vurmuş durumda. İstikrarsız futbolu, Arsenal'ın sezonu ilk dördün dışında bitirmesi ihtimalinin önünü açıyor. Olası olumsuz bir sonuç, Arsenal'ın 21 yıllık Arsene Wenger döneminde ilk kez bol kazançlı Şampiyonlar Ligi grup aşamasına kalamaması anlamına gelecek. Arsenal taraftarı ilk kez ona sırtını dönmeye başladı, yorumcular onu yerin dibine sokmak için sıraya girmiş durumda. İçlerinden bazılarına göre o "tembel" bir futbolcu, "sahaya yüreğini koymadan" oynuyor. Ünlü yorumcu ve Liverpool’un eski stoperi Jamie Carragher yakın zamanda çıktığı bir yayında malumu ilam etti: "Mesut'u eleştirmeye bayılıyoruz."


Saha dışında, Mesut Özil (Facebook, Twitter ve Instagram'daki rakamlara bakıldığında) toplamda 55 milyondan fazla takipçisiyle Kevin Durant, Mike Trout ve Cam Newton gibi Amerikalı yıldızları geride bırakıyor. Ama Dünya Kupası şampiyonu ve belki de dünyanın en ünlü Müslüman sporcusu Mesut Özil'i gerçekten tanımak neredeyse imkansız. Sosyal medyadaki her bir gönderisi pazarlama ekibi tarafından özenle düzenleniyor, Mesut'un da bulunduğu bir WhatsApp grubunda onaylandıktan sonra yayınlanıyor. Kişisel yaşantısına açılan pencerelerin olabilecek en küçük boyutta kalması için uğraşılıyor. Kısa süre önce çıkan otobiyografisinin tanıtımı için verdiği az sayıda söyleşiyi saymazsak, detaylı röportaj taleplerine nadiren olumlu yanıt veriyor, verdiği zaman da cevapları bir dizi klişenin ötesine geçmiyor.


Yüzü Alman tabloid gazetelerinin manşetlerinden beraber olduğu son ünlü model ya da pop yıldızı veya babasıyla yaşadığı sıkıntılı ayrılık nedeniyle inmese dahi, doğduğu ülkede bile Mesut hala bir bilmece olmaya devam ediyor. Alman gazeteci Andreas Bock "Bu adamın bir portresini çizmek çok zor. Çevresinde bir sosyal medya duvarı var" ifadelerini kullanıyor.


Peki, bu istikrarsız süperyıldız gerçekte kim? Tembel bir dahi mi? Bencil bir star mı? Yoksa yanlış mı anlaşılıyor; asla gerçekten tatmin edemeyeceği bir imaja, gerçeklikle uyuşmayan bir algıya uyum sağlamakta mı zorlanıyor?


Sorun onda mı, yoksa bizde mi? Mesut'la ilgili çoğu şeyde olduğu gibi, cevap karmaşık.


Aklımda bütün bunlarla, daha fazlasını öğrenmek için yola çıktım. Mesut önce detaylı bir röportaj vermeyi kabul etti, daha sonra zaman sıkıntısı yüzünden bu olası bir telefon konuşmasına dönüştü, en son menajeri kısa bir e-posta yazışması yapmamızı önerdi. Aradığım yanıtları ondan alamayacağımı bildiğimden Avrupa'ya giden bir uçağa atladım. İlk durağım Almanya olacaktı.


*


Mesut’un çocukken forma giydiği Rot-Weiss Essen’in kulüp binasına ulaşmak için bir zamanlar Avrupa’nın house müzik başkenti Essen şehrinin neredeyse dışına çıkana dek araba kullanmanız gerekiyor. Tali yoldan sağa sapın; iki katlı, harap hâldeki bir yapıyla karşılaşacaksınız. Bina, kulübün içinde bulunduğu durumun bir aynası adeta: II. Dünya Savaşı sonrası Alman futbolunun devi konumundaki kulüp, şimdilerde dördüncü ve beşinci lig arasında mekik dokuyor.  


Binaya varmamla birlikte bir koridoru takip ederek çeşitli biblolar ve eğik duran çerçevelerle dolu sessiz bir ofise götürülüyorum. Mesut’un eski genç takım direktörü Andreas Winkler, bir zamanlar 12 yaşında zayıf bir çocukken onunla tanışma hikayesinden bahsediyor. Babası onu seçmelerden biri için getirmiş ve kulüp onu birkaç basit antrenmana dahil etmiş. Winkler’in söylediğine göre şimdilerde bazı yöneticiler Mesut’un yetenekleri karşısında ağızlarının açık kaldığını iddia etse de sadece bir parça etkilenmiş ve “Eh, alalım bari” demişler.


Mesut bir işçi kenti Gelsenkirchen’de; üç kardeşi ve anne babasıyla birlikte iki yatak odalı bir evde büyümüş. O zaman yaşadıkları Türk mahallesinden, birkaç kilometre güneyde oturan büyüklerini ziyaret etmek için çıkmaları dışında asla ayrılmıyorlarmış. Rot-Weiss Essen’le sözleşme imzaladığında da yalnızca 15 kilometre uzağa gitmesi gerekmiş. Ama düşününce bu bile onun için başka bir dünyaya yolculuk gibi olmuş olabilir. Zaman zaman antrenmanları kaçırdığı da olmuş ve kulüp yöneticileri, bu zamanlarda onu hep kendi mahallesindeki parkta arkadaşlarıyla  top oynarken bulmuş.


Türk mahallesi sakinlerinin "Mesut'un kafesi" diye andıkları sahada küçük Mesut ve arkadaşları.

Babası Mustafa o zamanlar fabrikalarda, bir çay ocağında ve sonra da bir bilardo salonunda çalışmış ama Mesut onun esas takıntısıymış. Oğlunun günün birinde Almanya’nın en iyi oyuncusu olacağından eminmiş. Özil’in yedi yaşındayken çıktığı ilk maçlarda, takımın antrenörü sahanın bir yanından Almanca direktifler verirken öteki taraftan Mustafa’nın Türkçe direktifleri gelirmiş.


Winkler, Özil’in babası için “Kontrolcü biriydi. Onun, olduğundan daha büyük biri olmasını isterdi” diyor.


Allak bullak olan Mesut kendini geri plana atmış. Rot-Weiss Essen’de birkaç kelimeden daha fazla konuştuğu nadir anlardan biri, şehrin diğer ucundaki rakipleri Schwarz-Weiss Essen’e karşı oynayacakları maçtan bir gece önce yaşanmış. Eski bir polis memuru olan antrenörünü aramış ve açık konuşmuş: “Kazanmamız gerek. Bana ne yapmam gerektiğini söyle.”


Ertesi günkü maçta, rakip kaleden yaklaşık 35 metre uzaklıktan bir frikik kullanmaya hazırlanırken rakip kaleci dikkatini dağıtmaya çalışmış. “Oradan gol atamaz, baraj kurmamıza gerek yok” gibi şeyler söylemiş. Mesut ceza sahasına orta yapmak yerine, tökezleyen kaleciyi çaresiz bırakan bir şut çıkarmış. Top ağlara gittikten sonra da santraya doğru sessizce yürüyüp gitmiş.


Mesut’la Essen’deki antrenörü arasında bu süreçte bir bağ kurulmuş. Winkler bugün o antrenörün tarzını Mesut’un Real Madrid’deki teknik direktörü Jose Mourinho’ya benzetiyor. Ona göre hocası Mesut’un gelgitli kişiliğini iyi anlamış ve ona disiplin aşılamayı başarmış. Winkler, “Mesut’un bu tip birine ihtiyacı var. Bazen onunla kavga etmek gerekir ama doğru zamanda” diyerek açıklıyor. 


Kulüp, Mustafa’nın yıpratıcı pazarlık yöntemlerine rağmen Mesut’a profesyonel takımında bir yer vermeye istekliymiş. Ailesinin yeni bir eve taşınması için fazlasıyla yeterli olacak, ayda 4000 euro kazanacağı bir sözleşmede anlaşmışlar. Mesut tam imzayı atacakken bölgenin Bundesliga’da oynayan güçlü ekibi Schalke 04 onu 19 yaş altı takımına almak üzere bir teklifle gelmiş. Mustafa görüşmeleri aniden sonlandırmış ve oğlunu yanına alarak Gelsenkirchen’e gitmek üzere ortadan kaybolmuş. 


Birkaç gün sonra Winkler kapısının önünde içi Türk yemekleriyle dolu bir paket ve içinde Mustafa’dan bir not bulmuş. Şöyle yazıyormuş: Danke (Teşekkürler). 


*


Bütün büyük oyuncuların ortaya çıkış öykülerinde bir scout ya da antrenör tarafından şanslı bir tesadüf sonucu “keşfedildikleri” bir an vardır. 11 yaşındayken Pele’deki yeteneği gören Brezilyalı efsane antrenör, 14 yaşında Marsilya’da küçük bir kulüpte oynarken Zidane’a rastlayan kurnaz ve yaşlı yetenek avcısı gibi. Mesut ise gençlik yıllarının çoğunu kendi başlangıç öyküsünü yaratacak o futbol figürünü arayarak geçirmiş.


13 yaşındayken babası onu FC Schalke’yle aynı sahada çalışan bir okula göndermiş. Sabahları okul takımıyla antrenmanlara çıkıp turnuvalarda oynamış. Ama gençken dahi gönülsüz bir yıldızmış. Okuldaki öğretmenlerinden Christian Krabbe “Gol atmakla, en iyi oyuncu olmakla ilgilenmezdi. Kale boşken top ayağında dahi olsa gol atmazdı. Arkadaşları gol atsın diye bir pas çıkarmayı seçerdi” diyerek anlatıyor.


Schalke onda gördüğü yetenekle ilgilenmemiş. Mesut pozisyonu için cılız ve Krabbe’nin ifadesiyle “kafa toplarında ve savunmada yetersiz” olarak görülmüş. O da açıkça Alman kökenli Markus veya Matthias isimli bir yetenek olsa daha çok şans bulup bulamayacağını sorgulamış. Ama 17. yaş gününe yaklaştığı günlerde Rot-Weiss Essen formasıyla çıktığı bir maçta, sicim gibi yağmurun altında Schalke’nin altyapı direktörü Bodo Menze’yi top kontrolü ile kendine hayran bırakmayı başarmış.


Schalke’yle imzaladığı kontrat sonrası mavi-beyazlı kulüple ilk hazırlık kampında U-19 antrenörü Norbert Elgert onu karşısına alıp hedeflerini sormuş. Mesut’un çekingen mizacının derinliklerinde gizli, keskin azminin belki de ilk ipucu o konuşmada ortaya çıkmış. Süklüm püklüm bir tavırla şöyle yanıt vermiş: “Önce Real Madrid ya da Barcelona’da, sonra da bir Premier League takımında oynamak istiyorum.” Geleceğin yıldızı olarak görülen birçok yetenek uluslararası çapta tanınırken Mesut o yaşta Essen’de dahi pek az taraftarın adını bildiği bir oyuncuymuş. Elgert ise Mesut’un cevabına gülmemiş, bunun yerine kendisi için bir planı olduğunu söylemiş.


Elgert “Mesut’un fazlasıyla yüksek futbol zekasını daha o zamanlar fark ettim” diyor. Ama Mesut’tan o yüksek zekayı hızlandırmasını istemiş. Mesut’a “görmeyi, anlamayı, karar vermeyi ve yapmayı” öğretmiş; o da neredeyse ritmik bir alışkanlıkla pozisyon üreten teknik bir dehaya dönüşmüş. O yıl içerisinde Rot-Weiss Essen’in harap kulüp binasından Schalke’nin futbol sarayı Veltins-Arena’ya geçmiş.


Mesut'a "görmeyi, anlamayı, karar vermeyi ve yapmayı" öğrettiğini söyleyen Norbert Elgert.

O öğleden sonra Menze’yle konuşmak için FC Schalke’nin kulüp binasına vardığımda Alman futbolunun en ateşli derbisinin bir sonraki maçına bir hafta vardı. FC Schalke’nin Dortmund karşısına çıkacağı maç öncesi dondurucu soğuğa rağmen binlerce taraftarın tribünleri doldurmasına ve takımlarının ısınmasını bile heyecanla izlemelerine günler kalmıştı. Menze’yle takımın kafesinde buluştuk. Beyazlayan saçları ve gözlerimin içine diktiği bakışlarıyla uzun bir adam karşıma oturdu ve “Ben bütün resmi görüyorum. Formu yerinde bir Mesut, kusursuz bir futbolcu” dedi.


O zaman Alman sisteminden yetişmiş dünya çapında bir sporcunun neden “sahaya yüreğini koymayan” bir oyuncu olarak görüldüğünü ve niye performansının diğer bütün yıldızlara kıyasla daha fazla dalgalanıyormuş gibi algılandığını sordum. Bir an için durup düşündü.


Sonunda, üç yıl Mesut’la beraber çalışmış bir antrenör olarak, o bilindik Alman metanetiyle “İnişleri ve çıkışları var” diye yanıt verdi. Sonra da biraz bekleyip omuz silkti.


Mesut’u en iyi oyununu oynarken gören bir futbolsever için o, kusursuz çalışan bir makinedeki parlak bir parçadan fazlası değil. Mesele de bu. O, bir bütünün kusursuz bir uyumla çalışmasını sağlıyor. Akışın tam ortasında tam bir hücum zincirinin ortaya çıkabileceği o hattı görüyor, açık alana doğru kendini atıyor, orta sahada zarif bir koşunun ardından özenle ayarlanmış bir pasla takım arkadaşını buluyor ve savunmanın kilidini açıyor. Sanat misali bir sadelik bu.


Real Madrid’de oynadığı dönemde Mesut oradakiler için adeta bir futbol peygamberi gibiydi. Fevri mizacıyla bilinen (ve 3-1 önde oldukları bir maçın devre arasında kendisini takım arkadaşlarının önünde azarlayıp duşa yollayan) Mourinho’nun yönetiminde, Cristiano Ronaldo’nun başını çektiği bir grup süperstarla birlikte oynuyordu. Otobiyografisinin önsözünde Mourinho’nun da belirttiği gibi “keskin zekasıyla hücumları başlatıyordu.” Arsenal’da ona daha fazla sorumluluk verildi ama kısa sürede medyanın yaratıcı oyunculara İspanya’da olduğu kadar hoşgörülü olmadığını da gördü.


Belki de en bilinen örnek, o zaman Daily Mail’de yazan gazeteci Neil Ashton’ın kaleminden gelmişti. 2014’te Bayern karşısında gelen bir mağlubiyetin ardından şöyle diyordu: “Mesut kaybolmuş bir ruh; tembel ve gamsız bir futbolcu” ve “parasına bakıyor” yani maaşının hakkını vermiyordu.


Arsenal odaklı web sitesi Gunnerblog’dan James McNicholas durumu “Biz İngiltere’de oyuncuların fiziksel efor sergilediğini, yüzlerinde o gayret ifadesini görmek isteriz” diye açıklıyor ve ekliyor: “Mesut’un bu açıdan talihsiz bir yaradılışı var.”


Belki bu da sorunun bir parçasıdır. Ama Alman gazeteci Bock’un başka bir yanıtı var. O, Mesut’un gamsız olmadığını, hatta gerçeğin bunun tam aksi olduğunu söylüyor: “Çok fazla düşünüyor. Devamlı kendini analiz edip duruyor.”


Bir başka Alman gazeteci Jurgen Bergener, Alman futbolseverlerin bir kısmının Mesut’u sosyal medyaya fazla takılan biri olarak gördüğünü ve bunun da kendisi hakkındaki algıyı etkilediğini söylüyor. 


Mesut’un menajeri Dr. Erkut Söğüt kendisi hakkındaki algı sorulduğunda “Mesut’un beden dili böyle. Diğer oyuncular taraftarlara hoş gözükmek için saçma hareketler yapıyor. Mesut bunları yapmayacak” yanıtını veriyor.


Schalke’den ayrılırken kafamda daha da fazla soru dolanıyor. Antrenman sahasının yanındaki çitlerde durup genç bir çiftle beraber devan eden çalışmanın son birkaç dakikasını izliyorum. Mavi-beyazlı Schalke atkısına sarınmış hanımefendi, Londra’ya Mesut’u izlemeye gideceğimi söylediğimde şöyle yanıt veriyor: “O bizim gözdemizdi.”


*


1960’lı yıllarda Batı Almanya hükümeti, İkinci Dünya Savaşı sonrası boşta kalan mavi yaka işler için sınırlarını yüz binlerce Türk göçmene açtı. Mesut’un büyükbabası, Gelsenkirchen’e gelen pek çok diğer Türk gibi, şehrin hemen dışındaki kömür madenlerinde çalışmış. Bugün Almanya’da yaklaşık 3 milyon kadar Türk-Alman olduğu düşünülüyor fakat bu topluluk hâlâ büyük ölçüde ülkenin siyasi yapısının dışında kalmaya devam ediyor.


Mesut’un büyüdüğü Gelsenkirchen’deki Bismarck Sokağı’nın köşesinde, amcası Barış’ın sahibi olduğu kafeden yaklaşık 45 metre uzaklıktaki nargile kafe Hukkas Gusagang’da kirli, sarı saçlı ve güler yüzlü bir barmen bana bu uyumsuzluğu şöyle izah ediyor: “Almanya’da Türk gibi, Türkiye’de Alman gibi hissediyoruz”. Nargile dumanı havada süzülüyor ve televizyonda Türk şarkılarının klipleri çalmaya devam ediyor. Ona Mesut’u sorduğumda, bana beklemediğim bir karşılık veriyor.


“Buradaki bazı insanlar onu sevmez, onun bir vatansever olmadığını düşünüyorlar” diyor.


Schalke’de oynarken, Mesut önce Almanya U19 daha sonra U21 Milli Takımı’na davet edildi. Bir sonraki makul adım Almanya A Milli Takımı idi. Fakat kökenleri sebebiyle Türk milli takımı da peşindeydi. İlk A Milli maçına çıkmadan önce iki taraf için oynama hakkına sahip olan Mesut tavsiye almak üzere ailesinin Gelsenkirchen’deki evine gitti. Ama aynı onun gibi, ailesi de iki seçenek arasında bölünmüştü. Annesi ve ablası ailesinin kökenlerini onurlandırması ve Türk Milli Takımı’nı seçmesi için onu yüreklendirdiler, babası ve erkek kardeşi ise Almanya için bastırıyorlardı.


Haftalarca kafa yorduktan sonra Türk konsolosluğuna gitti ve Almanya’da çift pasaport uygulamasının henüz olmadığı o dönemde, Türk pasaportunu bizzat elleriyle geri vermesi gerekti.


8 Ekim 2010’da, Berlin’deki Avrupa Şampiyonası Elemeleri maçında Türkiye karşısına Almanya formasıyla çıktı. Türk-Almanların, ya da daha genişçe Müslümanların, Almanya’daki rolüyle ilgili süregelen bir ülke içi tartışma ortamı vardı. Mesut’un oynaması, karşılaşmayı önemi had safhada olan ulusal bir olay hâline getirecekti.


Topa her dokunduğunda, tribünlerdeki kalabalığın Türk kısmı tarafından acımasızca yuhalandı. Her şeye rağmen ışık saçmaya devam etti. İkinci golü attığı maçta, Almanya 3-0 kazandı. Mesut otobiyografik kitabı Gunning for Greatness’da Almanya şansölyesi Angela Merkel’in maçtan sonra onu tebrik ettiğini ve yuhalamaları kastederek “İyi idare ettin” dediğini aktaracaktı. Ertesi gün Alman gazeteleri ondan “örnek bir göçmen” ve “bizim Özil’imiz” diye bahsettiler; sanki başarısı, artık bir Müslüman Türk olarak geniş Alman toplumuna kabul edilmesinin önünü açmıştı. Bir televizyon programında, onun aslında ne kadar da Alman olduğu masaya yatırıldı. Almanya’ya bağlılığını kanıtlaması gerektiği düşüncesine içerlediyse bile, Mesut bu konuda hiçbir şey söylemedi; konuşanlar hep başkaları oldu.


Mesut’un yaşadığı yerin yalnızca birkaç sokak ötesinde, onun gibi Almanya’da doğup büyüyen ve Türk Milli Takımı’nın orta sahasında görev yapan Hamit Altıntop o günlerde muhabirlere şöyle diyordu: “Kararına saygı duyuyorum, ama bu kararın karşısındayım. Ben de Almanya’ya çok şey borçluyum fakat benim ülkem Türkiye. Ben bir Türküm.” Sonraki sözleri ise biraz daha pragmatikti: “Gerçek şu ki bir Alman futbolcuysanız, piyasadaki değeriniz daha yüksek oluyor.” 


Bu doğruydu, Almanya Milli Takımı’nda yer alması Mesut’un oyuncu olarak profilini yükseltmişti. Real Madrid’e transfer olmuş ve hayal edebileceğinden çok daha fazla para kazanmıştı. Ama verdiği kararın ağırlığını hissedebiliyordu. Herkesin gözü önünde, toplum içindeki yeri ve kendi kimliğiyle yüzleşmeye çalışırken; Almanya da bir ülke olarak kendini anlama çabası içindeydi.


Hukkas Gusagang’da Türkiye’nin maçının olduğu günler gürültülü bir kalabalık toplanıyor fakat Almanya’nın maçlarında, 2014 Dünya Kupası’nda dahi, müşterilerde herhangi başka bir maça kıyasla ancak bir parça daha fazla heyecan kıvılcımı görülüyormuş. Almanya turnuvada finale yürürken kökeni dünyanın dört bir yanından -Gana’dan, Tunus’tan, Arnavutluk’tan, Polonya’dan- oyuncularla kurulan; yeni Almanya’yı ve bununla birlikte Alman olmanın ne anlama geldiğinin yeni karşılığını temsil eden bir ilk 11’le sahaya çıkıyordu.


Son düdük çaldığında ve Almanya finalde Arjantin’i mağlup ettiğinde, Mesut’un eski mahallesinde karmaşık duygular yaşanmış. Bir ATV araç dükkanı sahibi olan mahalle sakinlerinden Taner Durmaz, Mesut’un Almanya’yı tercih etmesini kastederek “Bazı insanlar onu asla affetmeyecek” diyor. Ama diğerleri, özellikle de genç nesil, sürekli iki dünya arasında müzakere etmenin getirdiği zorlukları anlayabiliyorlardı. Pek çoğu Mesut’un 10 numaralı formasını giyerek o gece sokaklara akın etmişti.


Mesut’un zaferi, onların da zaferiydi.


*


Yavaş yavaş, sosyal medya makinesinin ardındaki adamın silüeti belirginleşmeye başlıyor diye düşünüyordum. Onu tanıdığını iddia edebilecek bir elin parmakları kadar insan vardı. Havalimanına giden yolda onlardan ikisiyle buluştum.


Düsseldorf’’da bir ofis binasında en eski arkadaşlarından ikisiyle, Barış ve Erkut’la buluştuk. Koşmayı öğrendikleri yaşlarda, Gelsenkirchen’de Olga Caddesi’nde çitlerle çevrili beton zeminli bir futbol sahasında tanışmışlardı. Barış o yaşlarda Mesut’un bulduğu her fırsatta eğri büğrü beton zeminli sahada top sürmesini geliştirmek için çalıştığını söyledi.


Yıllar sonra bir araba yolculuğunda bir başka gazeteciye konuşan Winkler, Mesut’un özgürlüğü Olga Caddesi’ndeki o sahada hissettiğini söylediğini hatırlayacak, şöyle dediğini iddia edecekti: “Orada kimse beni analiz etmiyor, eleştirmiyordu.”


Mesut, bir bakıma, bu özgürlüğü hissettiği günden bu yana o duyguyu yeniden yaşamak için uğraşıyor. 2007’de Özil Marketing’i kurduğu zaman araba satıcılığı yapan Barış’ı ve bir benzin istasyonunda çalışan Erkut’u şirketin başına getirmiş. Bir diğer arkadaşı Ali’yle birkaç yıl önce bir restoranda, masasına gelip Türkçe konuşmaya başlamasıyla tanışmış. Ondaki bir şey Mesut’a evini hatırlatmış ve numarasını vermiş.


Bu üç arkadaşı ona “Mesut Abi” diyor. O onlara parasal anlamda destek oluyor, onlar da Mesut için son dönemde iyice bulunmaz hale gelen güven duygusunu sağlıyorlar. Söğüt “Buna ihtiyacı var” diyor.


Mesut, Arsenal’a imzayı attıktan hemen sonra babasıyla arasının açıldığı zorlu bir süreç yaşadı. Kariyeri boyunca farklı temsilcileri olsa da Mustafa menajer ya da danışman olarak oğlunun yanında olmuştu. Bock oğlunun başarısı arttıkça Mustafa’nın “bir manyağa dönüştüğünü” ve Düsseldorf’ta geceliği 300 dolar olan bir otelde yaşamaya başladığını söylüyor. Mustafa, 2013’te Real Madrid Başkanı Florentino Perez’le medya üzerinden can sıkıcı bir ağız dalaşına girdi. Tam o dönem Mesut’un annesiyle babası ayrılmış, o da babasını görevinden alarak duruma tepkisini göstermiş.


Mesut'un babası Mustafa Özil.

Baba oğulun arasının bozulduğu süreç, Almanya’da tabloid gazeteleri için kusursuz malzeme olmuş ve Mustafa o dönemki pop yıldızı kız arkadaşı Mandy Capristo’nun oğlunu delirttiğini iddia etmiş. Sonra da oğlunu mahkemeye vermiş. Mesut’un marketing şirketi karşı bir iddiayla mahkemeye giderek yanıt vermiş. İmajı için zararlı olan bu süreç, kariyerinin en istikrarsız futbolunu oynadığı döneme rast gelmiş. Mesut bunun sonucu olarak yakın çevresine daha da bağlanmış, temsilcisi olarak Söğüt ve kardeşini göreve getirmiş, kuzeniyle eve çıkmış ve arkadaşlarından ayda bir Londra’ya ziyaretine gelmeleri için söz almış.


Mesut, babasıyla yollarını ayırmadan önce Mustafa, Mekke’ye yolculuk etmiş ve dönüşünde hissettiklerini kendisiyle paylaşmış. Geçtiğimiz yaz, belki babasıyla belki inancıyla belki ikisiyle birden bir bağ kurmak için Mesut arkadaşlarıyla Mekke’ye gitmek için plan yapmış. Mekke’ye vardıklarında, Mesut’un İslam’daki en kutsal yapı olan Kabe’ye bir insan denizinin içinde bedeni örtülü, başını eğmiş bir şekilde yürüyüşünü arkadaşları anlatıyor. Yaklaştıkları anda Erkut, Mesut’un “Tamam şimdi bakabilirim” dediğini hatırlıyor. Gözleri fal taşı gibi açılmış. Huşu içinde donup kalmış. Mesut’un yaşadıklarını “İnanılmazdı” diyerek anlatıyor Erkut.


Barış eve döndüklerinde o yolculuğun Mesut’u değiştirdiğini söylüyor.


Nasıl diye soruyorum ama Barış çoktan konuyu değiştirmiş bile. Kalkıp tokalaşıyorum ve havalimanına doğru yola çıkıyorum. İstikamet, Londra.


*


Takımı önce Liverpool’a sonra da West Brom’a kaybetmiş, altıncı sıraya düşmüşken, geçtiğimiz ay Emirates Stadyumu’nda oynanan Arsenal-Manchester City maçından birkaç gün önce; Mesut nadir görülen o açık sözlü demeçlerden birini Alman gazetesi Sport Bild’e verdi: “İnsanlar neler başardığımı biliyor. … Ama takım kötü gitmeye başladıysa, birisinin günah keçisi ilan edilmesi gerekiyor. Ne yazık ki çoğu zaman o kişi ben oluyorum.” 


Mesut, Real Madrid’den Arsenal’a 2013’te transferin son gününde kulüp rekoru 50 milyon euro karşılığında transfer edildiğinde, çok büyük bir hamle olarak değerlendirildi. Kulüp, belki de tarihin gördüğü en görkemli Premier League takımı Invincibles’tan sonraki dokuz yılı kupasız geçirmişti. 2003-04’ü namağlup tamamlamışlar ve 2005 FA Kupası’nı kazanmışlardı. B/R adına da Arsenal yazıları yazan McNicholas, Mesut geldiğinde “sokakta kutlamalar yapılıyordu” diyor.


Futbolun bir sanat olduğuna inanan Wenger ile beraber Mesut’un hem başarılı bir futbol kulübü hem de estetik açıdan keyif veren bir takım olarak Arsenal’a itibarını geri kazandıracağı düşüncesi vardı. Ama yaklaşık dört yılın ardından, alınan sonuçlar en iyi ihtimalle ne iyi ne kötü olarak nitelenebilir. Gunners iki FA Kupası kazandı ve bu yıl da yine finaldeler. Ama Şampiyonlar Ligi ya da Premier League kupası için hiçbir zaman gerçek anlamda bir favori olamadılar ve istikrarlı bir biçimde kazanamazsanız, güzel futbol olduğundan daha az güzel gözükür.


Mesut’un sözleşmesinin sona ermesine bir yıldan biraz fazla bir süre kalmışken, Arsenal açıklanmayan bir meblağ karşılığında yeni bir sözleşme önerdi ve haberlere bakılırsa bu meblağ onu kulüp tarihinin en fazla kazanan oyuncusu yapmaya yetecek. Ama şu ana dek bu sözleşmeyi kabul etmedi ve kulüpten ayrılmaya hazır olduğuna dair dedikodular dolaşıyor. 


Wenger’in gelecek yılki durumu belli değilken ve Arsenal’ın Şampiyonlar Ligi’ne katılamama olasılığı söz konusuyken, kulübün temsil ettiği değerlere yönelik süren tartışmalar ancak daha da şiddetlendi. Taraftarın bir kısmı için, Mesut Arsenal’de yanlış giden her şeyin bir timsali; içerikten önce biçimi, sonuçlardan önce zarafeti ön plana koyan bir anlayışı temsil ediyor.


*


Takvimler 2 Nisan’ı gösterirken oynanacak Manchester City karşılaşmasından birkaç saat önce hava 18 derece, gökyüzünde bir tek büyük bulut dolanıyor. Drayton Park Caddesi’nde duran bir minibüsün üstündeki pankartta şöyle yazıyor: “In Arsene We Rust.” Yanında da büyük rakamlarla “10-2” yazılı. Yıl içerisinde Arsenal’ın iki maçlı eşleşmede Bayern Münih karşısında yaşadığı hezimet, orta çağı hatırlatan bir geçitle ayıplanıyor. Taraftarlar arasında bir dönemin son günlerini yaşıyor olmanın üzüntüsüyle bir erken yas havası hakim.


Yeşil sahada ise Mesut adrese teslim bir kornerle skoru eşitleyen golün asistini yapıyor. Ama Arsenal kariyerinin küçük bir özeti gibi, kendi yarı sahasının derinliklerinde topu kaybedip sonrasında da sadece kafasını salladığı sırada City ikinci golü buluyor. Maç 2-2 sonuçlanıyor, takım son haftalarda aldığı yenilgiler sonrası kopardığı beraberlikle bir soluk alırken sezonu ilk dörtte bitirme ihtimali hala sürüyor.


Ancak maçtan hemen sonra saygın yorumcu ve Manchester United’ın eski savunmacısı Gary Neville acımasızca, Sky Sports’ta şöyle diyor: “Mesut Özil… Bazen futbol oynamasını izlemeye dayanamıyorum. Messi ve Ronaldo çıktıkları her maçta her şeylerini vererek oynuyor. Özür dilerim, bir futbol figürü olarak burada oturup kömür madenine inmiş gibi futbol oynayan birine tahammül etmem mümkün değil.”  Almanya’nın kömür madenlerinde çalışmamak için başka bir hayat arayan bir ailenin çocuğundan bahsettiği düşünülürse benzetmesi duyarsız. 


O konuşurken stadyum boşaldı, kameralar önünde iki dikkat çekici an daha yaşandı. Maç sonlarında yaptığı dikkat çekici taraftar röportajları ile YouTube’da olay olan Arsenal Fan TV, kulüp efsanesi Tony Adams’ın heykelinin önünde, bir köprünün üstünde çekim yapmaktaydı.


Arsenal Fan TV kurucusu Robbie Lyle bir taraftara Mesut’la ilgili bir soru sormaya başlarken bir başka adam mikrofonu elinden çekip aldı. Arkasından küçük bir kavga çıktı, kulübü her yandan saran taraftar içi çatışmalar her ortamda devam ediyordu.


Haftalar sonra Arsenal, Tottenham’a 2-0 mağlup oldu ve ligi 20 yıldan fazla süredir ilk kez ezeli rakibinden daha aşağıda bitirmeyi garantiledi. Maç sonrasında Mesut sinirinden bir kapıyı öyle sert bir şekilde tekmeledi ki ayağı morardı.


Yukarıda bahsettiğim o küçük kavga yaşandığı sırada Hornsey Caddesi’nin yakınlarında birkaç düzine taraftar stadyum kapısında en sevdiği oyuncuları bir an olsun görme umuduyla sıraya girmişti. Boynunda Mesut Özil desenli atkısıyla Mısırlı, orta yaşlı bir kadın oğluyla birlikte ayakta bekliyordu. Mesut’un Mercedes’inin stadyum kapısından çıktığını gördüğü anda çocuk, annesinin elini bıraktı ve arabanın ardından olanca hızla koşmaya başladı.


Mesut’un arabası trafik ışığında durduğu anda küçük çocuk, Mercedes’i yakaladı ve imza istedi. Hemen ardından diğer küçük taraftarlar da yaklaştı. Bir kız “Özil, elimi imzala” diye bağırdı. Mesut sessizce imzaladı, yavaşça camını kapattı ve o her zamanki gizemli haliyle uzaklara doğru gözden kayboldu.



Yazı: Flinder Boyd


Çeviri: Anıl Can Sedef & Güner Çalış

30 Ocak 2021 Cumartesi

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler