Birazdan okuyacağınız yazı, 5 Haziran 2015 tarihinde Football365.com'da yayınlanmıştır. |
Andrea
Pirlo’nun kariyerinde, Juventus formasını giymeye başladığı günden bu yana beklenmedik
bir rönesans yaşanıyor. İtalyan oyuncu, futbol dilencileri için bir simge
haline geldi. Hem de hiçbir olumsuz çağrışıma mahal vermeden... Peki, bunu
nasıl başardı?
Hikayeye
İtalya’nın 2006 Dünya Kupası hazırlık kampından bir anekdotla başlayalım:
Marcelo Lippi’nin yardımcısı Ciro Ferrara, idman maçlarından birinde takımla
beraber oynamaktadır. Pirlo oyun sırasında bir pozisyonda Ferrara’dan topu
ister ama oyuncusunun sıkı markaj altında olduğunu gören antrenör, pası başka birine
gönderir.
Pirlo
antrenmandan sonra hocasından alamadığı pasın hesabını sorar ve Ferrara’nın
yaptığı açıklamayı dinledikten sonra cevap verir: “Sana tavsiye vermedim ki.”
Cevap biraz dolaylıydır ama Pirlo’nun ne kastettiğini anlamak hiç zor değil:
“Bu bir istek değil, bir emirdi.”
Bu olayın
üzerinden neredeyse 9 yıl geçmiş olsa da hiçbir şey değişmiş değil. Pirlo, otobiyografisinde
kendisini sahada ve saha dışında bir patron olarak görmesinin sebeplerine
değiniyor. Böylesi bir ifade size bir diktatörün kendinden menkul otoritesini çağrıştırıyorsa
hatırlatmakta fayda var: Pirlo’nun topu hakimiyetinde istemeye sonuna kadar
hakkı var. Polonya futbolunun efsanelerinden Zbigniew Boniek’in ifadesiyle,
“topu Pirlo’ya vermek adeta bir kasada saklamak gibi.”
Milan’ın
büyük düşüşüne sebep olan talihsiz kararların alt alta sıralandığı o meşhur listede,
Pirlo’yla kontrat yenilenmemesi en vahim madde olarak öne çıkıyor. Efsane orta
saha, 2010-11 sezonunun sonuna yaklaşılan o günlerde Milan’ın ısrarlı kontrat
tekliflerini bugün de hatırladığını söylüyor.
“Milan’dan
ayrılmamın asıl sebebi, Allegri’nin savunmanın önünde Ambrosini ve Van Bommel’i
kullanmak istemesiydi” diyor Pirlo, Milan’dan gidişi sorulunca. “Milan artık
işlerine yaramayacağımı düşünüyordu. Görüşmeler sırasında bunu hemen anladım.
Allegri benim pozisyonumda başka oyuncular kullanmak istiyordu.”
Kırmızı-siyahlıların
o bölgeyi doldurmak için Kevin-Prince Boateng ve Albert Aquilani’yi alması,
Garth Crooks’un Gareth Bale transferi sonrasında yaptığı “Spurs, Elvis’i satıp
Beatles’ı transfer etti” benzetmesini mumla aratacaktı. Milan, Carole King
yerine Cheeky Girls’ü transfer etti dense daha doğru olurdu.
Pirlo’nun
o günleri bugün hala kızgınlıkla hatırlaması şu anki durumu daha da ilginç hale
getiriyor: “Bana bir tükenmez kalem verdiler” diyor otobiyografisinde. “Güzel
bir kalemdi ama nihayetinde basit bir kalem işte. İçinde mavi mürekkep olan
sıradan bir kalem. Adriano Galliani kalemi verirken şöyle dedi: “Onu
Juventus’la sözleşme imzalamak için kullandığını duymayayım.” En azından, güzel
espri yapmıştı.” Gianluigi Buffon, Pirlo takım arkadaşları arasına katıldığında
Juventus’un “yüzyılın transferini” yaptığını söylemişti. Şimdi bakınca bu
sözlere katılmamak zor.
Milan’ın
üst üste gelen dalgalar misali tekrarlanarak büyüyen aptallıklarına kısa da
olsa bir yer ayırmakta zarar olmasa da Milan’dan ayrılan Pirlo’yla Juventus’a
giden Andrea Pirlo’nun tamamen farklı iki oyuncu olduğunu da belirtmek gerek.
Oyuncunun kariyerinin son döneminde yaşadığı bu ikinci bahar, herkesin
beklentilerini aşmış durumda.
Rossoneri’nin
meşhur antrenman merkezi, tecrübeli oyuncularının kariyerlerini daha da
uzatmasıyla tanınıyor ama Pirlo’nun kariyerini canlandıran hamle, Milanello’dan
ayrılmak olmuş gibi gözüküyor. Zaten sebep bu da değilse, ancak eski kulübünün
onu göndermesinin içinde yarattığı hırs olabilir.
Pirlo,
Torino’daki ilk yılında mükemmel bir sezon geçirdi. Üçüncü kez Scudetto’yu
kazanıp Serie A’nın asist kralı oldu. Ayrıca İtalya’da en çok pas yapan oyuncu
olup Avrupa’nın beş büyük liginde yapılan sıralamada yalnızca Xavi’ye geçildi.
Bu unvanları, İtalyan Futbolcular Derneği’nin verdiği Serie A’da Yılın
Futbolcusu Ödülü’nü kariyerinde ilk kez kazanarak taçlandırdı. 2013 ve 2014’te
bu onuru iki kere daha yaşayacaktı.
Pirlo’nun
ne kadar büyük bir oyuncu olduğu İngiltere’de asla tartışılmamıştı ama Euro
2012 çeyrek finalinde İngiltere’ye karşı gösterdiği performans, onu Avrupa’nın
elit oyuncuları arasına soktu. En büyük orta saha oyuncuları, kendi
takımlarının temposunu kontrol etmekle kalmaz diğer takımın da hızını belirler.
Rakibin her atağı tek bir adamın performansı ve varlığı yüzünden kesiliyormuş,
her türlü çabası eriyip gidiyormuş gibi gözükür. Xavi bunu yapabiliyor, Xabi
Alonso bunu yapabiliyor. Ama Pirlo bu konuda en iyisi.
Kiev’deki
maçta onun İngiltere orta sahası üzerinde kurduğu hakimiyet, herkesi şaşkına
çevirmişti. Juventus taraftarının ona taktığı Mozart lakabı, bu açıdan bakınca
oyuncuya yakışmış. O akşam, Pirlo’nun attığı Panenka penaltısı da muhteşem bir
futbol akşamına yakışır bir son olmuştu. O turnuvadaki performansı, Pirlo’yu
şampiyonanın en iyi oyuncusu sıralamasında dördüncü sıraya taşıyacak; beş
yıldır ilk kez Ballon D’Or ödülüne aday gösterilecekti.
Oyunu
geriden kurmasıyla tanınan oyuncunun raf ömrü uzamakla kalmadı, kariyeri yeniden
tanımlandı. Dönemin Brescia teknik direktörü Carlo Mazzone sayesinde orta
sahanın ortasına geçen Pirlo’nun futbola hücuma yönelik orta saha olarak
başladığını tasavvur etmek bile zor artık.
Lippi,
Pirlo’yu “İtalya’nın ayaklarıyla konuşan suskun lideri” olarak tanımlıyor ama
oyuncunun kendisine futbolunu sorduğunuzda her zamanki gibi şiirsel bir yanıt
alıyorsunuz: “Ben sürekli olarak sahada el değmemiş bir köşe arayan ve beni
marke edenleri boğmadan o boş köşeye hareket etmeye çalışan bir orta sahayım.”
Onu marke edenlerne boğuluyor ne de onu boğabiliyor zaten.
Pirlo
hızlı değil, sert değil, dayanıklı değil, iyi bir savunmacı değil ama geriye
kalan her türlü işi üst düzey yapıyor. Kafayı her konuda en hızlı, en güçlü ve
en büyük olanları bulmaya takmış bir sporda, o topa dokunuşu, tekniği,
sakinliği ve saha görüşüyle ayakta kalıyor. Pirlo ne bir savunma için mükemmel
bir zırh ne de rakibi hırpalayan güçlü bir orta saha: O, bir kukla ustası. Son
20 yılda Camp Nou’da oynayan oyuncuları saymazsak, onun pas menziline ve
keskinliğine rakip olabilecek kimse yok.
O,
bazıları için sayıların oyununa karşı yeteneğin oyununu temsil ediyor. O, gün
geçtikçe daha çok sayılar ve veriler tarafından yönlendirilen bir oyuna isyan
edenlerin, karşı tez üretenlerin simgesi. Bence istatistik ve tarz arasında bir
savaş yaşanması için hiçbir sebep yok ama Pirlo futbolun sanatsal yönünü temsil
ediyor. Buna da şüphe yok. Onun büyüklüğü (her ne kadar fazlasıyla etkileyici
olsalar da) istatistiklerinde değil oyununun güzelliğinde görülüyor.
Bazıları
kitleleri yeteneğiyle, bazıları çalışkanlığıyla, bazıları hızıyla, bazılarıysa
gücüyle etkiler. Pirlo’da insanı en çok etkileyen şey ise sadelik. Neredeyse
hiçbir çaba göstermiyormuşçasına ulaşılan kusursuzluk. O, futbolun sayılarla
ölçülemeyen dünyasının kralı; güzel oyunun, güzel oyuncusu.
Bunun
yanında da futbol dilencilerinin referansı. Dilenci kelimesi şimdilerde negatif
bir çağrışımla telaffuz edilse bile, oldukça gerçek bir kavramı tarif ediyor.
Futbol yayınlarındaki büyük artış, farklılığa olan açlığı artırmış durumda.
İngiliz futbolu günün 24 saati, yılın 365 günü devam eden bir takıntıya
dönüştü. Fakat bir yandan da futbolu yalnızca futbol için izlemek isteyenler
var. Onlar için futbol bir hikaye, bir pembe dizi değil. Yalnızca güzel bir
oyun.
Pirlo bu
akımın lideri. Bu sezon sahada geçirdiği her dakikayı izlemek mümkün olsa dahi
oyunu hâlâ o malum gizemi koruyor. Premier Lig futbol sofrasının tereyağlı
ekmeği, Pirlo ise yabancı mutfağın ilginç lezzeti olmaya devam ediyor.
Pirlo’nun
sahip olduğu bu itibar neredeyse futbolculuğunun önüne geçmiş durumda. Onu Serie A sahalarında bir aşağı bir yukarı gitmek yerine, üzüm bağlarının önünde
tahta Sandalyesine oturmuş şarabını
yudumlarken hayal edenlerin sayısı hiç az değil. Otobiyografisi “Düşünüyorum O
Halde Futbolcuyum” bile ismiyle ünlü filozof Descartes’ın sözüne gönderme
yapıyor. Öyle görünüyor ki Pirlo kendini çok ciddiye almadan tevazusunu korumayı
başarıyor. Seçkin bir sporcu için bu oldukça çekici bir özellik.
Pirlo
yalnızca bir oyuncu olarak takdir görmenin ötesine geçmiş durumda. O artık bir
sembol, Avrupa futbolunun köşe taşlarından biri. Neredeyse evrensel çapta saygı
görüyor. Şampiyonlar Ligi yarı finalinin ikinci maçında 79’ncu dakikada oyundan
çıkarken, bütün Barnebeu onu ayakta alkışlayabiliyor.
Cumartesi
günkü Şampiyonlar Ligi finali orta sahada nefesleri kesecek kalitede bir
mücadele vadediyor. Andres Iniesta, Ivan Rakitic ve Sergio Busquets; Paul
Pogba, Claudio Marchisio ve Andrea Pirlo’nun karşısına çıkacak. (Arturo Vidal’i
eşleşme sorunu olmasın diye saymadım)
Bu
çılgınlığın ortasında 36 yaşında bir İtalyan, sahada el değmemiş köşeler bulup o boşluklara rahatça hareket etmeye çalışacak. Kariyerinin bu sıradışı son dönemine
son bir şampiyonlukla veda etmek isteyen Pirlo’yu izlemek ise her zamanki gibi
bir onur ve zevk olacak.
Yazı: Daniel Storey
Çeviri: Anıl Can Sedef & Niko Yenibayrak
Yorum Gönder