![]() |
Birazdan okuyacağınız yazı ilk olarak 4 Mayıs 2018 tarihinde ESPN.co.uk'de yayınlanmıştır. |
Hafta başında Şampiyonlar Ligi’nde yaşanan gol düellolarından sonra, Atletico
Madrid’in perşembe gecesi izlettiği savunma gösterisinin garip biçimde ferahlatıcı
bir etkisi oldu.
Atleti 1-0 galip geldiği maçta sahanın ve topun hakimiyetini maçın büyük
bölümünde Arsenal’a bıraktı. Oldukça derinde oynayan stoperleri buna rağmen
fazlasıyla rahat bir maç geçirdi. Diego Godin kritik toplar uzaklaştırdıktan
sonra yumruğunu havaya salladı, Jose Gimenez sinsice hamlelerle rakiplerinin ortalarla
buluşmasını engelledi. Herkes bir işin ucundan tuttu ve tam anlamıyla eski
usül, sapasağlam bir savunma takımı gibi gözüktüler. Peki ama Atleti bunu
başarabiliyorsa diğerleri neden yapamıyor?
Şampiyonlar Ligi yarı finallerinin en göze çarpan yönü elbette ki
fazlasıyla yüksek gol sayılarıydı. Ortaya çıkan bu artışta şanslı vuruşların ve
tartışmalı penaltıların payı olsa da sonucun tamamıyla rastlantı eseri ortaya
çıktığı söylenemez. Real Madrid hücum etti. Bayern Münih ve Liverpool da. En
dikkat çekici olanı, Roma da geri kalmadı.
Roma’nın cesareti Anfield’daki ilk maçta kötü bir sonuca mal oldu ama
bununla beraber sonuçtan daha önemli bir
şeyi de ifade ediyordu. Bu takım, modası geçmiş savunma futbolunun son kalesi
olarak görülen İtalya’dan geliyordu. Son derece tehlikeli bir kontra atak
takımının sahasında topyekün hücum oynamayı tercih ettiler. Geride üçlü bir
savunma, savunma çizgisi önde, oyunu rakip yarı sahada kontrol etme çabası.
İtalyan takımları Avrupa’daki maçlarda bunu asla yapmazlardı. Ama belki de
artık değişmeye başlamışlardır. Avrupa’nın şu an en iyi futbol oynayan takımı
olduğu iddia edilebilecek ekibi Napoli, Manchester City deplasmanında açık bir
futbol oynadı ve 2-1 kaybetti. Diğer yandan İtalyanların en defansif temsilcisi
olarak öne çıkan Juventus’un esasında itibarının aksine, negatif bir savunma
takımından ziyade esnek bir ekip hüviyeti gösterdiği söylenebilir.
O hâlde İtalyanların da Avrupa’nın büyük futbol ülkelerini kasıp kavuran
hücum futbolu devrimine katıldığını söyleyebiliriz. Bir zamanlar Hollanda
hücumcu futbolu nedeniyle kıtada ayrı bir değer görüyordu. Çünkü felsefeleri
Avrupa’daki diğer tüm oyun anlayışlarından farklı bir yerde duruyordu.
Bugün ise hücum futbolu kıtanın her yanında girdiği farklı kılıklarla bir
zorunluluk gibi. İspanyol futbolu bir dönemler fizikseldi, şimdi tüm mesele top
hakimiyeti. Alman futbolu eskiden her şeyden önce “verimliydi”, şimdi en çok
enerjiyi ve pres oyununu konuşuyorlar. İngiliz futbolunda eskiden en önemli
mesele uzun toplardı, bugünlerde o oyunu tercih eden eski usül menajerlerin
nesli tükenmek üzere. Geride kalan yirmi yılın büyük kısmında düşük temposuyla
bilinen Fransız futbolu, Şampiyonlar Ligi’nde iki hızlı hücum takımı Monaco ve
Paris Saint-Germain ile boy gösteriyor.
Hayati bir değişim yaşandı. Evet, taktiksel düşünce geçtiğimiz 10
yılda gözle görülür bir ilerleme kaydetti. Pep Guardiola’nın topa sahip olmaya
verdiği önemle Jürgen Klopp’un gegenpressing yaklaşımı en öne çıkan trendlerdi ve
bu iki kavram bu sezonki Şampiyonlar Ligi’nin en önemli iki unsuru gibi
gözüküyor. Savunma yapmanın en iyi yolunun geleneksel anlamda savunma yapmak
olmadığı artık geniş biçimde kabul ediliyor. Topa sahip olmak veya pres yapmak
ve rakiplerinizi ceza alanınızdan uzak tutmak artık savunmanın yeni biçimi.
Bir yandan da geride kalan 10 yıllık
sürede taktiksel nüanslardan daha geniş çaplı bir değişim aynı anda saha
dışında yaşanıyor. Futbol artık her zamankinden daha net biçimde bir
televizyon etkinliği, artık yarışmadan önce bir eğlence. Bilet fiyatları o
kadar yükseldi ki artık üst seviye bir futbol maçına gitmek lüks bir eğlenceden
farksız. En önemlisi ise kulüpler marka değerlerine bunaltıcı düzeyde önem
veriyor. Artık bir futbol kulübündeki hemen her karar iyi bir halkla ilişkiler
hamlesi olması, kulübün itibarını parlatması şiarıyla alınıyor, özellikle de okyanus
ötesi pazarlarda taraftar kitleleri durmadan büyürken.
Kulüpler can havliyle imajlarını yükseltmeye çalışırken tahammül
edebilecekleri en son şey savunma futbolu oynatan bir menajer oluyor. Bu
nedenle geleneksel anlamda savunma organizasyonunda uzmanlaşmış menajerler
artık üst seviye kulüplere yükselemiyorlar.
Bir zamanlar iyi sonuçlar almalarına rağmen Ajax veya Real Madrid gibi
kulüplerde hücum futbolu geleneklerine uymadığı için yuhalanan menajerlerin
hikayeleri dikkat çekici gelirdi. Güzel futbola yapılan bu vurgu artık dünyanın
her yerine yayıldı, hemen hemen her kulübün taraftarları takımlarının hücum
futbolu oynama sorumluluğu olduğuna kendilerini ikna etmiş durumda. Jose
Mourinho bu sezon Manchester United’ı ikinci sıraya taşıdı. Belki de bu sezon
için beklenmesi gereken bu kadarıydı. Ama Mourinho’nun oynattığı defansif
futbolun taraftarlar ve medya tarafından eleştirildiğini görüyoruz. Bu
eleştiriler United’ı şanlı tarihinde güzel futbol geleneği olan bir kulüp gibi
resmederek yalancı bir tablo ortaya çıkarıyor.
Bu belki de modern futboldaki en büyük kandırmaca. Manchester United, Sir
Alex Ferguson’ın yönetimi altında geçirdiği 25 sene boyunca tamamen kazanmaya
yönelik bir futbol oynadı. Bazen hücum ettiler, bazen de savunma yaptılar.
Güzel futboluyla nam salmış bir takım olmadılar. Kötü oynamalarına rağmen
imkansız görünen koşullarda akıl almaz sonuçlar alabilmeleri ile ünlenmişlerdi.
Yirmi yıl boyunca İngiliz futbolundaki en büyük klişe, “iyi oynamadan kazanmak
iyi bir takımın en önemli özelliğidir” cümlesiydi.1
Bu ölçütlerle değerlendirirsek, Mourinho’nun takımının geniş kitleler
tarafından saygı görmesi gerekirdi. Bunun yerine yerden yere vuruluyorlar. Mourinho’nun
futbolu artık United için uygun değilse, bunun kulübün gelenekleriyle hiçbir
ilgisi yok. Bu tamamen büyük kulüplerin sahada göstermeleri gereken marka
imajıyla ilgili.
Evet, standartlar yükseldi ve taktikler evrildi. Bunda özellikle de
Guardiola takımlarının oynadığı göze hoş gelen futbolun payı büyük. Fakat
savunma futbolunun modern dönemde iş görmediğine dair yaygın kanı tamamıyla
yanlış. Geçtiğimiz beş yılın en dikkat çekici başarıları savunmacı yönü öne
çıkan, kendi yarı sahasında bekleyip hızlı hücumlarla gole gitmeye odaklanan,
ortalama topa sahip olma oranı %50’nin altında kalan takımlarca kazanıldı.
Atletico Madrid 2013-14’te La Liga’yı ve Leicester City 2015-16’da Premier
League’i şampiyonlukla noktaladı.
Yine de üst seviye kulüpler arasında bu tip bir futbol anlayışını kopyalama
furyası başlamadı. Yegane sonuç, üst seviye kulüplerdeki menajerlerin topa
sahip olma ve pres oyununu daha da güçlendirmesi; Atletico stili bir oyunu
kopyalamak yerine bu oyuna karşı cephe oluşturması oldu.2
Bu hafta sonu Arsenal’ın içinde bulunacağı durum da bilhassa ilginç
gözüküyor. Arsene Wenger’in iç sahadaki son maçı, Gunners’ın yalnızca üç puan
gerisinde Emirates’e gelecek Burnley’e karşı olacak. Burnley, Arsenal’ın
yaklaşık yedide biri oranında maaş ödeyen bir kulüp. Sean Dyche’ın takımı
cazibeli bir futbol oynasaydı, Dyche muhakkak Arsenal’da Wenger’den boşalacak
koltuk için önemli bir aday olurdu. Ama Burnley böyle bir futbol oynamıyor.
Premier League’deki en kötü pas yüzdesine sahipler ve bu yüzden de Wenger’in
yerine geçmesi en muhtemel yirmi isim arasında dahi Dyche yer almıyor.
Dyche elbette ki daha büyük bir kulüp ile daha cazibeli bir futbol
oynayabileceğini iddia ediyor ama Arsenal yönetimi bunu yapabileceğini iddia
eden biri yerine hâlihazırda gerçekten yapmış birine yönelecek. Arsenal’ın
marka değeri bu riski göze alamaz. Tesadüf o ki Dyche yönetimde yedinci
sıradaki Burnley böyle devam ederse Mauricio Pochettino’lu Southampton’dan
(sekizinci), Brendan Rodgers’lı Swansea’den (on birinci) ve Roberto Martinez’in
Wigan’ından (on sekizinci) daha üst sırada ligi noktalamış olacak. Bahsi geçen
menajerler sırasıyla Tottenham, Liverpool ve Everton’da görevlere layık
görüldüler. Aralarındaki tek fark futbol kalitesi, sorun Dyche’ın tarzının bu
takımlardaki oyunculara uymaması değil, oynattığı futbolun kulüp markasına
uymasının mümkün olmaması.
Diego Simeone’yi dahi Avrupa’nın diğer büyük kulüplerinde çalışırken hayal
etmek çok zor. Geride kalan yedi yılda sınırlı kaynaklarla başardıkları,
Guardiola veya Klopp’un başardıklarıyla karşılaştırılabilir olmasına rağmen.
Simeone şanslı ki Atletico hala en büyüklerden biri olmama konumunun avantajını
sürüyor, ezeli rakipleri Real’in aşırılığı ve savurganlığına karşı underdog rolünde verdikleri mücadeleden
keyif alıyorlar.
Ama günümüzde kulüplerin pek çoğu kendilerini bundan fazlası olarak sunmak
istiyor. Herkes hücum etmek, herkes eğlendirmek zorunda. Dört maçta 20 gol
atılan bu yılki Şampiyonlar Ligi yarı finalleri bu atmosferin nihai sonucu oldu
ve elbette kaçınılmaz biçimde büyük takımların artık savunma yapamadığı
şikayetleri yükseldi. Problem şu ki bu noktada mesele takımların savunma
yapamaması da değil, artık yapmak istememeleri.3
Yazı: Michael Cox
Çeviri: Güner Çalış & Anıl Can Sedef
1 Ç.N.: Şimdi ilk olarak beklenen gol (expected goal = xG) değerlerinizi soruyorlar. Eğer ‘şanslı’ bir takımsanız, bunu ilk fırsatta yüzünüze söyleyecek birileri olacak.↩
2 Ç.N.: Daha sonraki süreçte Real Madrid’in Şampiyonlar Ligi şampiyonlukları ve Fransa’nın dünya şampiyonluğu makbul futbol stiline sahip olmadıkları için olsa gerek kamuoyu nezdinde yeterli meşruiyete ulaşamadı. Sahip oldukları güçlü kadrolara rağmen ‘orijinal’ bir oyun stiline sahip olmamaları, son beş yılın iki öne çıkan temsilcisinin albenisini aşağıda tutmuş gözüküyor.↩
3 Ç.N.: Sona gelirken şu notu düşmem gerekiyor: Üstte bahsi geçen menajerlerden özellikle Martinez’i çok yakından, Pochettino'yu da ondan aşağı kalmayacak düzeyde takip ettim. Dolayısıyla pas oyunu oynayan veya sözüm ona Bielsa takipçisi olan antrenörlerle sahiden bir alıp veremediğim yok. Fakat süreç içinde fark ettim ki bu oyun stillerini adeta bağnazca bir sahiplenme ve geride kalanları değersizleştirerek homojen ve tek doğrusu olan bir futbol dünyası yaratma refleksi gelişti. Bundan hoşlanmıyorum.↩
Yorum Gönder