(Ya da Martin Keown Neden Sanki Biraz Önce Köpeği Ölmüş Gibi Yorum Yapıyor) |
Birazdan okuyacağınız yazı ilk olarak 24 Ekim 2014 tarihinde The Guardian'da yayınlanmıştır. |
Bir süre önce, Baniesta prensibi adını verdiğim (ve neredeyse kimsenin
bilmediği) bir teori öne sürdüm. Benzer yeteneklere sahip ama farklı gelişim
süreçlerinden geçmiş iki oyuncuyu ele alarak başlıyorsunuz. Örneğin dünya
şampiyonu Andrés Iniesta ve sempatik İskoç orta saha yıldızı Barry Bannan. İddiam
şu: Yerlerini tam da doğru yaştayken değiştirir, 13 yaşındaki Bannan’ı La
Masia’ya yerleştirip Iniesta’yı North Lanarkshire’ın genç ligleriyle başa
çıkmaya zorlarsanız, elde edeceğiniz sonuç gelecekteki kariyerlerinin de
birbiriyle yer değiştirmesi olacaktır. Böylece bugüne gelindiğinde A sınıf bir
kupa canavarı ve çok yönlü, yüksek teknoloji ürünü bir yerden bitme olarak
dünyaca saygı duyulacak Bannan olacaktı. Iniesta’yı da ara sıra Match of the
Day’de iyi bir şeyler yaparken görebilirdik. Ama bu gibi durumlar haricinde
kendini futbol dünyasının kuytu köşelerinde bulacak, gençliği vurdu kırdılı bir
kültürün içinde geçen çok yetenekli bir oyuncu olarak o yeteneğin ancak belli
bir kısmını keşfedebilmesine izin verilecekti.1
Teorim ümit verici görünüyordu. Baniesta prensibi basitti, kolay akılda
kalır bir yönü vardı. Zaten toplumda var olan ama fark edilmeyi bekleyen bir
fikri, tek bir dangalakça deyişle ifade edebiliyordu. Sahiden de ümitli bir
şekilde arkama yaslandım ve beklemeye koyuldum. Gelecek için biriktireceğim
parayı, yazacağım kitapları hayal ediyordum. Oturdum ve bekledim. Baniesta
prensibi belki de uyuyan bir devdi.
Öte yandan Baniesta prensibi tamamen alelacele uydurulmuş bir safsata, ilk
paragrafları zorlu geçen bir köşe yazısına serpiştirmek üzere, akla yatkın
gelecek bir teorik terim uydurma denemesi de olabilirdi. Tam da hafta sonu
gazetenizden sıkılmaya başlayıp içi el çantası reklamlarıyla dolu kuşe kağıtlı
derginizi okumayı düşündüğünüz anda karşınıza çıkıyor.
Burada Baniesta’dan bahsetmemin sebebi, tüm bunların gerçekten ne kadar
kolay ve doğal olabileceğini göstermek. Futbolun kötü sanat veya kötü bilim
kılığına girmiş veya herhangi bir fikir içermesi gerekmeden agresifçe dile getirilebilen
opsiyonların artan baştan çıkarıcılığı çevresinde dolaşabilmesi gerçekten bu
kadar kolay ve doğal.
Bu tip şeylere dair doymak bilmeyen bir iştah var. Daha fazla gevezelik,
daha fazla teori, daha fazla çılgın tahminler. Lütfen Avrupa’nın beş büyük
ligindeki pas arası istatistiklerini yazdığım blog’umu retweet’leyin. Lütfen
“Gary Cahill, Endüstriyel Gerileme ve Yeni Bir Maskülinite” adlı tezim için
birkaç sorumu cevaplayın. İnsanlar futbol üzerine doktora tezleri yazıyor!
İnsanlar futbol hakkında blog yazıları, makaleler, raporlar yazıyor ve dürüst
olmak gerekirse bunlar gerçekten çok iyi. Bu yazılar size yeni bir kavrayış ve
gözü kapalı bir adanmışlık aksettiriyor. Diğer yandan zekanın yanlış yerlerde
kullanılışına, metodolojiye, büyük bir enerjinin boşa harcanışına dair bir
rahatsızlık duyuyorsunuz.
İnsanlar konuşmayı her zaman sevdi. Tartışma, köpürme, kin, zırva… Bunlar
futbolun kanatları altındaki rüzgardı. Ama şimdi, bu teoriler ve suni ikilemler
tuhaf bir şekilde meşru bir statü kazandı. Futbol bundan böyle pembe dizi
niteliğinde bir eğlence değil; bunun yerine gerçek hayattan uyarlama bir dram,
gerçek iyi ile gerçek kötünün karşı karşıya getirildiği bir anlatı olarak
sunuluyor. “Ronaldo’ya karşı Messi” gerçekten de makineye karşı hayat dolu
insan ruhunun hikayesi. “José Mourinho’ya karşı Pep Guardiola” gerçekten çatık
kaşlı kurumların değerleri hiçe sayarlığına karşı sanatı ve hayal gücünü temsil
ediyor. Artık reklamların kapladığı panoların önünde kısa ve sert konuşmalar
yapan iki iyi giyimli adam değiller yani.
Buraya, futbolun kendi meşruiyetini sağlamak için giriştiği büyük yer kapma
arayışının son noktasına nasıl geldiğimiz, dikkate almaya değer bir konu. 80’lerin
sonu gibi yakın bir dönemde, futbol hâlâ aykırı tiplerin uğraşı olarak
görülüyordu. When Saturday Comes başta olmak üzere, dönemin fanzin medyası
tarafından öne sürülen düşünce, futbolu severken bunun yanında müzik ve film
gibi şeylerden de hoşlanabileceğinizdi. Futbolu sevmenin posterlerin üzerine
dart saplayan toplum düşmanı bir neo Nazi pislik gibi ötekileşmeyi
gerektirmemesi hâlâ oldukça tuhaf bir durum gibi görünüyordu.
Ana akıma doğru ve ana akım boyunca olan bu ivmelenme öyle bir doyma noktasına
geldi ki artık dominant kültüre karşı tepki göstermek, muhtemelen futbolu
yalnızca birazcık sevmeyi talep eden; herhangi bir analize, antropolojik
teoriye ya da parlak bir matematiksel hakikatin Marcelo Bielsa’nın diş
kayıtları incelemesinde bulunabileceği inancına direnen devrimci bir fanzin
başlatmaktan geçiyor. When Saturday Comes artık muhalifler ve incelikten yoksun
kişiler için bir futbol dergisine, When Saturday Just Moves Away
A Bit, Thanks’e dönüşüyor.2
Tüm bunların ne anlama geldiği başka bir mesele. Ama şüphe yok ki bu
yükselişin futbolun boşlukları taşarcasına dolduruyor hissi vermesiyle bir
ilgisi var. Önceleri futbolun altı gün çalışılan haftanın sonundan ya da
organize dinin gerilemesinden arta kalan gediği kapattığı söylenirdi. Bugünlerde
hemen hemen her şeyden arta kalan gedikleri kapatıyor. Televizyonda boy
gösteren entelektüellere sahiptik. Geniş, renkli kravatlar takan,
yalnızlaşmadan bahsedip kollarını sallayan çılgın adamlar. Bugün buna en yakın
sahip olduğumuz şey, soluk yüzlü bir Martin Keown’un ölen jack russell cinsi
köpeği üzerine sessizce düşüncelere dalan bir adamın kasvetli, azap dolu
sesiyle duran topların nasıl doğru savunulacağını tasvir etmesi.
Böylece nispeten basit bir spor, kendini soyut bir entelektüel disiplin konumuna
yükselmiş olarak buluyor. Politika, iş dünyası, üst düzey drama gibi konser
salonu da gözden kayboluyor. Esasen sığ, kaotik bir iş olan futbolun; sonsuz
tesadüfi unsurlarının hemen altında derin bir anlam, incelikli ve kıymetli
gerçeklerin saklandığına dair karşı konulmaz bir kuruntuya sebep olmasında
doğal bir tezatlık var.
Aslında istediğinizi sallayabilirsiniz; Avrupalı kimliği üzerine teoriler,
Mario Balotelli’nin neden bir yüz karası olduğu, Baniesta prensibi. Büyük
ihtimalle kalıcı olacaklar. Yaratıcı hayal gücü için bir zafer ve futbolun
kendi Yeni Ciddiyet dönemi için -şimdilik- bir nihai yükseliş anı.3
Yazı: Barney Ronay
Çeviri: Güner Çalış & Anıl Can Sedef
1 Ç.N.: Baniesta’nın bu metnin yazarı Ronay’nin o günlerde uydurduğu bir kelime oyunu olduğunu sanıyordum, böyle şeyleri rahatlıkla bekleyebileceğiniz biridir çünkü, ama bu çeviri için küçük bir araştırma yaparken bir sene öncesinde Baniesta’ya dair bir tweet attığını fark ettim. Şurada: https://twitter.com/barneyronay/status/394767368372514816
↩
2 Ç.N.: Ronay’nin When Saturday Comes’taki künyesinde derginin 1989’dan bu yana okuyucusu ve 2002’den bu yana da yazarı olduğu bilgisi var. Bu arada sahiden böyle bir derginin destekçilerinden olabilirim. Her hafta sonu değil ama sadece canım istediğinde futbol izlemek ve maç bittikten sonra futbola dair bir şeyler konuşmadan da futbol sever olabilmek isterdim.↩
3 Ç.N.: Yeni Ciddiyet ya da New
Seriousness - Daha 'ciddi' meseleleri ele alan yayınlara yönelik artan ilgi ile ilgili bu kavrama merak duyanlar için, ortaya çıkış sebeplerini irdeleyen bir yazı: https://www.theguardian.com/media/2008/sep/22/pressandpublishing1
Editörün Notu: Salgın atmosferinde yaşanan maddi ve manevi iniş çıkışlar dolayısıyla çevirilere beklenenden biraz uzun bir süre ara vermek zorunda kaldık. Beklenmedik gecikmelere neden olan aksaklıklardan dolayı affınıza sığınıyoruz.
Yorum Gönder