Bizi Twitter'dan takip etmek için: @sotatercuman
Çeviri arşivimize ulaşmak için tıklayın.


Retrospektif #5: Futbolun Yeni Kutsal Savaşı

Birazdan okuyacağınız yazı, ilk olarak Ekim 2015 tarihinde TheSetPieces.com'da yayınlanmıştır.

Yazıya bir ikaz ile başlayayım. Birazdan okuyacağınız yazı, eğer doğru kelime buysa,
birkaç hafta önce ESPN’e yazdığım bir yazıdan ilham alınarak yazıldı. O yazının herkesçe onaylanacak bir iş olmayacağını biliyor olmam gerekirdi gerçekten. Çünkü öncelikle hiçbir şey herkesçe onaylanmaz ve ayrıca tutkulu bir kitleyi, üstelik de savunmaya geçmeye alışkın olan biri kitleyi, üstü kapalı şekilde eleştirmek her zaman için sert bir karşılığa davetiye çıkarmak demekti. Bu karşı hareket, Kevin McCauley tarafından yazılan bir yazıda vücut buldu, bunun yanı sıra bir podcast çekildi; bir dolu ve çeşitli, uzun süren Twitter tartışmaları yaşandı. Bunlara tartışmalar diyebiliriz, evet.  Bu tartışmalar ve her gazetecinin timeline’ına düşen türden sürekli hakaretler (sen *mcığın tekisin, hiçbir şey bildiğin yok, kendine gazeteci mi diyorsun?) beni düşünmeye itti. Aşağıda, bu düşünme sürecinin sonunda ortaya çıkan karmakarışık yazıyı okuyacaksınız.

Yazının arkaplan hikayesi bu şekilde. Ortaya çıkışı bu şekilde oldu ve muhtemelen bir miktar içe dönük düşünceler içereceğine dair şimdiden uyarıyorum. Bunu en düşük seviyede tutmaya çalışacağım, ama bir kısmı kaçınılmaz olacak. Ayrıca biraz uzun da sürebilir, ama buna yönelik elimden geleni yapacağım. Hepsinden öte en kötüsü şu ki düzgün gazeteciliğin ilk kuralını ihlal etmiş olacağım. Aslında bunu çoktan yaptım bile. Kendi doğama aykırı olmasına rağmen “Ben!” sözcüğünü kullanmam gerekecek. Bu bir daha yaşanmayacak, bu yazar buna söz veriyor.

*

Babamın bir sözü vardı. Ne demek istediğini o günlerde asla anlamaz ve anlamaya da çalışmazdım. Söylediği bana hep biraz içi boş ama bununla beraber müthiş bir biçimde çileden çıkarıcı gelirdi. Bu sözünü, anne babanın önünde kaba kelimeler kullanmanın verdiği büyük keyfi tatmaya başladığınız o yıllarda işitirdim. Bana sinir bozucu gelen kısım da burasıydı sanırım. Onun önünde ‘b..tan’, ‘otuzbirci’ veya iyice gözü pek olduğum zamanlarda ‘s..tir’ falan dediğimde sadece şöyle bir irkilirdi. Bana doğru dönmekle yetinir, o cümleyi söyler ve sınırlarını zorlamaya çalışmamdan hiç etkilenmemiş biçimde yürüyüp giderdi. Söylediği şuydu: “Her yeni nesil, küfrü kendileri icat etti sanıyor.”

Amacı küfretmemi engellemek idiyse bu işe yaramadı. 26-27 yıldan beri fazlasıyla küfrediyorum ve küfrederken aldığım hazda hâlâ bir azalma olmadığını düşünüyorum. Ama babamın yapmak istediğinin küfretmemi engellemek olduğundan emin değilim. Çünkü o da çok küfrederdi. Hatta çoğunlukla eskiden kalma küfürleri tercih ederdi. “Bas git!” derdi insanlara. ‘G..çü’ kelimesinin çeşitli varyasyonlarıyla neşe ve üzüntüsünü ifade ederdi. Yeni çıkmış küfürlerle işi olmazdı ve bence ‘otuzbirci’ lafını bir Güneyli budalalığı olarak görüyordu. ‘S..tir’, ‘..cık’ gibi kelimeleri babamdan nadiren duyardınız, ama etkileri bu yüzden daha büyük olurdu.

Şu anda bile, bazı insanları ‘aşağılık herifler’ olarak tanımlamayı sürdürüyor. ‘Aşağılık herif’ güzel bir tabir. Kendine has rengi olan ifadelerden biri (muhtemelen mor) ve belirli bir yetersizliği harika biçimde tanımlıyor. Herkes ‘puşt’ veya ‘dangalak’ olabilir. Ama yalnızca art niyetli, güvenilmez ve bakımsız görünüşlü kimseler ‘aşağılık’ olabilir. Aşağılık herifler kötü giyinirler. Uzun, yağlı saçları ve kurnaz bakışlı suratları vardır. Keşke tüm o eski ifadeleri tekrar moda hâline getiren gizemli süreç ile ‘aşağılık herifi’ de geri getirseler.

Bence babam küfrediyor olmamdan dolayı ziyadesiyle mutluydu, ancak belki annemin önünde yapıyor olmamdan rahatsızdır. Aslında onun anlatmaya çalıştığı ‘y...mın başının’ ne anlama geldiğini bilmemin beni cüretkar bir öncü yapmadığı, daha önce geçilmemiş sınırları aştığım anlamına gelmediğiydi. En azından ben böyle düşünüyorum. Bence artık onu anlıyorum. Belki de küfür etmem gerçekten s...inde bile değildi.

*

Bazı zamanlarda, sanki futbolun içinde bir araya gelmesi imkansız bir ayrılma vuku bulduğunu sezinliyorsunuz. Bir tarafta, kabaca tarif etmek gerekirse, gelenekçiler var; oyunu oyun olarak gören, maçların bir taraf diğerinden daha çok çalıştığı ve diğerinden daha çok koştuğu için kazanılıp kaybedildiğine inanıyorlar. Bunlar onların temel değerleri; diğer her şey, taktiklerden tutun da antrenörlüğe ve analize gelene dek, en iyi ihtimalle ikinci planda. Eğer tuttukları takımın gol atması gerekiyorsa, oyuna ikinci forvet alırlar ve eğer bu işe yaramazsa, bir forvet daha sokarlar. Maçın son anlarında takımları geride pas yapmaya devam ediyorsa öfkeden köpürürler. Şişirin topu! Onlar futbolu bir endüstri olarak görürler.

Diğer tarafta ise muhtemelen modernistler olarak tanımlanması gereken grup var. Onlar bu tip anlatıları oyunun kompleksliğini anlatmak için yetersiz, çok basite indirgenmiş buluyorlar. Maçların her şeyden önce taktikler, oyun sistemleri, şablonlar ile belirlendiğine inanıyorlar. Futbolu “Nasıl?” sorusu açısından değerlendiriyor ve bir yandan da “Niçin?” sorusunu öne çıkarmaya çalışıyorlar. Bu grubun inancına göre, bir takımın kazanmasına ve kaybetmesine neden olanı mantıksal analiz  (sayılar, istatistikler ve verilerle) açıklayabilir. Gol atmaları gerekirse forveti oyundan çıkarır ve oyunu kontrol etmek üzere bir orta sahayı sahaya sürerler. Maçın son anlarında takımları ileriye rastgele uzun toplar yollamaya başlarsa küplere binerler. Onlar sakin kalmayı önemser. Futbolu bir bilim olarak görürler.

Bunlar genellemeler elbette. Gerçekte, gelenekçiler arasında taktiklerin devasa bir etkisi olduğunu ve mantıksal analizler ile verinin sahada olan biteni daha iyi anlamamız hususunda olağanüstü faydalı olduğunu kabul edenlerin sayısı oldukça fazla.

Bununla birlikte modernistler de kendi içlerinde homojen bir kitle değil. Bazıları sayıları esas bileşen olarak görüyor, bazıları taktikleri öne çıkarıyor, bir grup da sistemler içindeki metotlara odaklanmayı tercih ediyor. Bu grup içinde çok sayıda sınıf var. Benim görüşüme göre tüm bu sınıfları bir araya getiren faktör, geleneksel yaklaşımın bir maçı meydana getiren yüz binlerce bireysel aksiyonu açıklamak için yeterince sofistike olmadığına dair ortak inançları.

Bu yazının öncesindeki yazı, bu iki kamp arasında ortak bir zemin oluşturma, bir tarafın diğerine elini uzatması girişiminde bulunuyor ve gelenekçiler modernistlerden bir şeyler öğrenebiliyorsa, modernistlerin de gelenekçilerin her söylediğini reddetmeyebileceğini telkin ediyordu. Futbolun yalnızca tutku ile açıklanamayacağı doğru olduğu gibi, oyundaki her şeyin hesaplanamayacağı ve sayılarla izah edilemeyeceği de doğruydu. Futbol hem bir endüstri, hem de bir bilimdi.

İlk yazıyı yazmamdan birkaç hafta sonra Liverpool, Brendan Rodgers’ı kovdu ve gelenekçi-modernist tartışması kamuoyunda (ve doğrusunu isterseniz, sosyal medyanın temsil ettiği bir kamuoyunda) yankı bulmuş oldu. 

Tartışma, Liverpool’un kötü gidişinden kulübün transfer komitesini ve özellikle de bu komiteye gücünü veren yüksek düzeyli analist Michael Edwards’ı sorumlu tutan iki yazı (Neil Ashton ve Neil Moxley’nin yazıları) ile başladı. Rodgers’ın düşüşünü Liverpool’un mantıksal analize körü körüne bağlılığıyla açıklamanın ne kadar yanlış yönlendirici olacağına dair (en dengelileri Seb Stafford-Bloor ve Daniel Storey’dan gelen) çeşitli karşı görüşler yazıldı. Her iki tarafın yazıları da askeri metaforlarla bezenmişti. Silahların kuşanıldığı noktaya gelinmiş gibi görünüyordu.

Oyun içindeki gerçeklik ise çarpıcı biçimde farklı. Kulüplerin tamamı, az ya da çok, bir şekilde mantıksal analize başvuruyor. Çok az sayıda menajer, yaşları ya da inançları ne olursa olsun, sayıların onlara hiçbir şey öğretmeyeceğine yönelik inatçı bir tavır takınıyor. Bilakis, bu yöntemin en ateşli takipçilerinden bazıları en beklemediğiniz kişiler arasından çıkıyor. İster beğenin ister beğenmeyin, futbolda mantıksal analizin yaygınlaşması için Sam Allardyce’tan daha çok çalışan bir antrenör bulmak zor. Onun Bolton Hesap Kitap Okulu’ndan çıkan mezun eski öğrencileri şu anda hem Liverpool’daki hem de Manchester City’deki transfer operasyonlarını yönetiyor; Chelsea’de ve bir dolu başka kulüpte de etkin isimler olarak öne çıkıyor. Aynı şekilde, kulüplerde sayılarla çalışanlardan ancak çok az kısmı tek başına verilerle tüm cevapları bulabileceklerine inanıyor. Profesyoneller arasındaki genel kanı (en azından özetleyecek olursak), gelenekçi ve modernist görüşlerin kaynaşabileceği ortak bir payda bulunacağı yönünde. Henüz o noktada değiliz, çünkü modernist yaklaşım büyük ölçüde yeni. Acemilik döneminde bazı hatalar yapılacak.

Medyada da durum aynı. Hiçbir gazeteci, en azından benim tecrübelerime göre, mantıksal analizin tamamıyla değersiz olduğunu düşünmüyor (Edwards’la ilgili mesele böyle bir görev tanımının var olmaması gerektiği değil, bu işi ondan daha iyi yapacak kişiler olduğuna inanılması idi). Modernistlerin oyunu katlettiğini, oyundan bihaber olduklarını ve bilgisayarı olan herkesin tüm stadyumlardan kovulması gerektiğini düşünen bir dip dalgası gelmiyor. Gazeteciler doğaları gereği ne modernist ne de gelenekçi olurlar. Biz ikisinin arasında bir yerdeyizdir; futbolun içindekiler tarafından dışarıdan adamlar ve futbolun dışındakiler tarafından içeriden haber alanlar olarak görülürüz. Michael Lewis’in tabiriyle, en en yeni haberi yakalamaya can atarız ama haberin kaynağına şüpheyle yaklaşıp inanmamaya da şartlamışızdır kendimizi.

İlk yazdığım yazıyı tanımlamak üzere -üstelik bu kelimenin ne anlama geldiğini bilenler tarafından da- sıklıkla kullanılan ifade ‘korkuluktu’. Bütünüyle kendi başıma yaratmış olduğum ve böylece istediğim şekilde karşı çıkabileceğim bir argümana -korkuluğa- karşı savaşıyor olmakla itham ediliyordum. En başında bunun doğru olduğunu düşünmüyordum; ama belki de bir yandan haklıydılar. Futbol sektörünün içinde, gelenekçi ve modernist arasındaki ilişki dışarıdan görünene kıyasla çok daha sakin seyrediyor. İdeolojik savaşın olduğu yer dışarısı. Bağnazların, aşırı tutucuların, gelenekçi ve modernistlerin en saf formlarının yer aldığı; orta yol bulunması gereken yer burası.

*

Chris Anderson ile David Sally, Rakamlar Oyunu adlı kitaplarında Moneyball’un bıraktığı yerden devam eder ve dışarıdan gelen bilgileri reddetme kavramını masaya yatırır. Hemen burada beyan etmem gereken bir şey var (böylece modernist yönlerimi de parlatmış olacağım): Rakamlar Oyunu’nun yazılışında benim de küçük bir payım oldu (esas olarak kitabın Büyük Britanya’da çıkacak baskısı için kelimelerin Amerikan değil, İngiliz İngilizcesi ile yazıldığını kontrol etmek ve Rafa Benitez’in adının her 50 sayfada bir geçtiğine emin olmak gibi), bu yüzden bu kitabın büyük bir bilgelik içerdiğine inanmam için fazlasıyla doğal bir nedenim var.

Chris ve David, ağdalı ve büyüleyici bir nesrin sonunda neden futbolun -aynı diğer sporlar gibi- yeni fikirleri kabul etmek konusunda çekimser kaldığını anlatıyor. Bunun sebebi, yeni fikirlerin oyunu yönetenlerin güçlü konumlarını tehdit edebilecek bir meydan okuma içermesidir. Menajerler, antrenörler, scout’lar ve oyuncular uzun zamandan bu yana oyunu gerçekten anlamanın tek yolunun daha önce bu oyunu oynamaktan, bu oyun içinde yer almaktan geçtiğine; onların konumlarına ulaşabilmenin tek yolunun bu olduğuna inanıyorlardı.

Modernistler (bilgi birikiminin mantıksal analiz veya taktikler gibi yeni çıkan başka biçimlerde de elde edilebileceğine dair önerileri ile) bu yapıya temel bir tehdit oluşturuyor. O insanların deneyimlerinin değerini düşürüyor. Onları tahtlarından indiriyor ve güçlerini ellerinden alıyor. Bu Billy Beane, Oakland A’s ve beysbolda ampirik analizlerin yükselişi ile gerçekleşen durumun birebir aynısı. Önceleri, beysbol scout’ları ve antrenörleri yalnızca onlara ait olan özel bir bilgi birikimine sahipti. Yeni nesil analistler bu durumu darmadağın etti.  Bu yalnızca bir ideolojik savaş değil, aynı zamanda savaşın tarafları için bir var olma mücadelesi hâlini de aldı. Oyuncuları kendi içgüdülerine göre değerlendiren bir scout, takımı yeni metotlara geçiş yaparsa kendini işinden olmuş bulabilirdi.
Şu açık ki bilginin demokratikleşmesi -beyzbolda olduğu gibi futbolda da- iyi bir şey. Daha çok insanın sevdiği şeye dair kavrayış geliştirebilmesine olanak sağlıyor, hatta bir biçimde uzmanlık sahibi olmalarını bile geçerli kılıyor. Oyunu açıklamak için artık illa da oyunu oynamış olmanızın gerekmemesi hoş bir gelişme. Eski bir milli oyuncu değilseniz deneyiminiz ve düşüncenizin bir biçimde daha az değerli olduğuna dair o eski klişeyi ortadan kaldırıyor. Rekabet alanına eşitliği getiriyor.
Ama dışarıdan gelen bilgiyi reddetme anlayışının ölümüne tanıklık etmiş de değiliz, en azından futbolda böyle bir şey olmadı. Bunun yerine, her biri kendi alanının dışından gelen bilgileri reddeden, birbirinden farklı ve bağımsız gruplar var. Bunu anlamam biraz zaman aldı ve bence birkaç hafta önceki yazımda -bazı kısımlarını beceriksizce kavrayamayarak da olsa- esasında bu noktaya varmaya çalışıyordum.
Futbolu anlamak için gegenpressing’in ne olduğunu bilmeniz gerekmiyor. Beklenen Gol’ün (İng. Expected Goals) ne olduğunu bilmeniz de şart değil. Bunlar bilmek bilgi birikiminizi arttırabilir (hepimiz her zaman bunun için çabalamalıyız elbette) perspektifinizi değiştirebilir ve oyuna yönelik tutkunuzu derinleştirebilir. Ama bu bir zorunluluk değil. Bu konseptlerin pek çoğunun -hepsinin değil ama pek çoğunun- tarihsel öncülleri var, başka adlarla biliniyorlar veya bazen de eski şeyleri yeni biçimlerde söyleme biçimleri olarak karşımıza çıkıyorlar. İlgiye değer bir yönleri var, işe yaramaz olmaktan fazlasıyla uzaklar, ama daha önce keşfedilmemiş bir bilgiye ulaşma yolunu temsil etmiyorlar.
Ne yazık ki, olan biten çoğunlukla bu biçimde anlatılmıyor. Son çıkan terimlerin şeceresini tutmayanlar sıklıkla gericiler, dinozorlar, futbolun yeni cesur dünyasının gerisinde kalmışlar olarak kötüleniyor.  Oyunu bir “dinamik kaynak tertiplenmesi”1 egzersizi olarak görmeyenler -bilerek ya da bilmeyerek- eksik kimseler olarak atfediliyor.
Ve bu gerçekten utanç verici. Çünkü futbola dair en güzel şey (ve bu tüm sporlar için de geçerli) onu nasıl isterseniz o şekilde değerlendirebilmeniz. Taktikleri ya da tekniği seviyor olabilirsiniz. Az gollü ya da çok gollü maçlardan hoşlanabilirsiniz. Kora kor maçlar da hoşunuza gidebilir, tiki-taka da. Bunların önemi yok. Milyonlarca oyun stili ve milyonlarca keyif alma yöntemi var.
Ama bir yandan da kendini bilgiyi demokratikleştirenler olarak görenler (bir kez daha tekrar etmek gerekirse oyunun içindekilerden değil, dışındakilerden bahsediyorum) bilakis bu söylediklerinin tam zıddını yapıyor. Yaptıkları yalnızca geçmişte olan biteni tekrar etmek; yalnızca bu kez kendi çok mühim bilgi birikimleri ile dışarıdan kimseyi kabul etmeyen yeni bir tarikat inşa ediyorlar. Onlarınkinin daha az dışlayıcı bir tarikat olduğu doğru -isteyen herkes dahil olabilir, özel bir vasfınız veya deneyiminiz olması gerekmiyor- ama yine de bir tarikat olduğu gerçeği değişmiyor. Bir parçası olmak istiyorsanız “kutsal kitabın” bilgeliğine inanıyor olmanız gerekiyor. İnanmıyorsanız, size bir kafir gözüyle yaklaşıyor veya o şekilde hissettiriyorlar.
*
Yurt dışından futbol maçlarını izlemek, en azından İngiltere’de yaşayanlar için konuşacak olursak, bir zamanlar oldukça zordu. Beckham’dan ve geniş bant internet bağlantısından önceki yıllarda, ana kıtada oynanan oyuna erişim yollarınız James Richardson ve Gazetta Football Italia, bir pazar öğleden sonrası yayınlanan tek Serie A maçı ve sonra da gece yarısında yayınlanan bir başkasıyla sınırlıydı. Şampiyonlar Ligi maçlarının yalnızca o gece bir İngiliz takımı oynuyorsa televizyonda yayınlandığı bir dönemdi. Geri kalan her şeyin World Soccer’dan ve FourFourTwo’dan öğrenilmesi gerekiyordu, onlar da ayda bir gelirdi. Gazeteler clasico’ya yılda iki, üç, dört kez temsilci göndermezdi. Pek çoğu yurt dışından maç skorlarına yer dahi vermezdi.
Gazeteci olmak istememin sebebi, dünyanın geri kalanında oynanan oyuna olan takıntım ve bu denli egzotik, gizemli isimleri olan nice seçkin takımları yerinde görüp izleyebilmekti. Hiç kimse yurt dışından futbola dair talebimi karşılamakta yeterli görünmüyordu, böyle hissediyordum, bu yüzden de gençliğin verdiği o tam gaz ukalalıkla “O hâlde bunu kendi başıma yapmam gerekiyor!” diye düşündüm. O günlerde hissettiklerim böyleydi ve şu anda biliyorum ki İngiltere’nin dünyadan bu kadar geri kalmasının hiç değilse bir sebebi de kendi kıyılarının ötesinde ne olup bittiğine gözlerini kapamış , kulaklarını tıkamış olması olmalı. Yalnızlaşma politikası, kendi rekabet gücünü böyle yiyip bitirdi.
Benim ve benim yaş grubumdakiler için -ki zannettiğimizden çok daha fazla sayıdaymışız- bu aslında bir altın çağ. Sky’da Eredivisie’yi ve BT Sport’ta Portekiz Premiera Liga’yı izleyebilirsiniz.2 Yalnızca on sene önce bu asla hayal edilemez bir şeydi. Bugün istediğiniz oyuncunun maç görüntülerine Youtube’dan ulaşabiliyorsunuz. Televizyonda yayını olmayan en ufak şey, kolayca ve illegal biçimde internet üzerinden yayınlanıp laptop’ınıza ulaşabiliyor. 33 yıldır gerçekleşmesini umduğum bu ilgi ve maruziyet artışı, bana göre, İngiltere’nin kendi yalnızlık dönemi süresince kaybettiklerini geri kazanmasında herhangi bir federasyon destekli altyapı yatırımından bile daha etkili olabilir.
Bana bir dinozor3 olduğumun söylenmesi ve sırf futbolun yeni tarikatlarının öğretilerine bütünüyle katılmadığım için Premier League’in pembe dizi tadındaki anlatılarına takık olmakla itham edilmem bu yüzden sinir bozucu geliyor. Ama bu diğer yandan fazlasıyla anlaşılabilir bir durum; çünkü kısa süre önceye dek ben de çağın dışında kalan, modası geçmiş bir tanrıya tapan kimseler olarak düşündüklerime karşı bir bu kadar küçümseyici ve kibirli davranıyordum.
Geride kalan 18 ayda, yazacağım bir kitap için araştırmalar yaparken, renkleri sararmış, kenarları yıpranmış kitaplarla yüzlerce saat geçirdim. Soccer Nemesis, Soccer: The World Game, Soccer Partnerships ve bir dolu bunca başka kitap. Her kitap sonrası aklıma kazınan düşünce aynı oldu. Sandığımdan çok daha fazla bilgi birikimine sahiplerdi. Aynı yolları benden önce geçmiş, bilginin sınırlarını daha önce fark etmediğim biçimlerde zorlamış bir dolu insan vardı. Yeni nesil -yani benim neslim- gelene dek futbolun bir cahiliyet döneminde olduğunu sanırdım. Korkunç derecede yanılmışım. 
Bu yazıyı yazmama sebep olan ilk yazının ortaya çıkışına ön ayak olan da bu yeni dünya görüşümdü. Şu anda gördüğümüz pek çok nefes kesici derecede yenilikçi fikir, esasında hayal edilemeyecek düzeyde eskiydi. Alan savunması mı? 1950’lerde keşfedilmiş. Tiki-taka mı? 1920’lerde İspanya’da ve muhtemelen 1870’lerde de İskoçya’da oynanırmış. Takım psikologları, özel diyetler, ritiri (İtl. inziva), pres oyunu, karşı pres, pres oyununun birbirinden önemli tüm farklı ve çeşitli biçimleri; bunların hepsi 10 yıllardır, nesillerdir var. Ricardo Zamora, 1928 yılında 3000 pound’a Real Madrid’e transfer olduğunda, bir İngilizce gazete ve dergi olan All Sports Weekly haberi manşetten okuyucularına duyurmuştu. Geçmiş siyah beyaz kağıda basılmış olabilir ama siyah beyaz yaşanmamış.
Hem Kevin McCauley’nin hem de Richard Whittall’un yazılarında denk geldiğim, beni üzerine düşündüren bir ifade var. Temelde, şöyle bir şey söylüyorlar: “Her birimiz bundan beş sene önceye göre daha zeki futbol taraftarları hâline geldik.” Bu bir anlamda doğru, ama onların kastettiği biçimde değil diye düşünüyorum.
Hepimiz beş sene önceye kıyasla daha zekiyiz. Her birimiz beş sene öncesinden çok daha fazla bilgi birikimine sahibiz. Bu aynı zamanda her geçen gün edinebileceği bilgi varlığı daha da artan arayış içindeki futbol severler ve benim için de tamamıyla doğru. 2010’da sarsılmaz biçimde doğru olduğunu düşündüklerimin pek çoğunu artık ciddi derecede eksik buluyorum; diğer düşüncelerim ise daha sofistike, incelikli ve detaylı biçimler kazandılar. 2020’de de aynısı olacak. 2020’deki ben, 2015’den benin bir ahmak olduğunu düşünecek.
Ama bu, bir bütün hâlinde futbol severlerin daha zeki olduğunu söylemekle aynı anlama gelmiyor. O eski gazeteleri ve unutulmuş kitapları okumanın bana verdiği ders, bizden önce gelenlerin bizim düşündüğümüz kadar aptal olmadığı ve onları bu şekilde, aptallar olarak, düşünmenin son derece tehlikeli bir küstahlık içerdiğiydi. Şu anda bildiklerimizi onların yaptıkları sayesinde biliyoruz. Şu anda keşfettiklerimizin büyük kısmını (başka isimlerle tanımlamış olsalar da) onlar uzun zaman önce keşfetmişlerdi.
Her birimiz eskiye kıyasla daha çok şey biliyoruz ve elimizden geldiğince, her ne şekilde olursa olsun, daha fazla öğrenmeye devam etmek görevimiz olmalı. Ama bu demek değil ki eskilerden daha iyisini biliyoruz ya da eskiler eğer bizim şu anki araçlarımıza sahip olsaydı onlardan daha iyisini bilecektik. Bu, bir mantıksal analiz yöntemleri, ‘sofistike taktiksel analizler’ ya da antrenman metotları eleştirisi değil. Bu yazı sadece babamın o meşhur cümlesinin ne anlama gelebileceğini ya da benim nasıl anlayabileceğimi idrak etmiş olmam ile ilgili. Her yeni nesil, küfrü kendileri icat etti sanıyor.
Yazı: Rory Smith
Çeviri: Güner Çalış & Anıl Can Sedef

1 Twitter’da birisi hayli ciddi bir üslupla bana futbolu tam olarak böyle tanımlamıştı.

Bunu yapabilirsiniz tabi ki, ama çoğu insan yapmıyor bir yandan da. Televizyon kanalları izlenme oranları hususunda fazlasıyla gizliler ama şu kesin ki geçen sezon BT’deki Avrupa maçları yalnızca  yüzlerce kişi tarafından izlendi, binlerce değil. Bu denli fazla sayıda insanın Hoffenheim’ın santrforları konusunda derinlemesine bilgi sahibi olmasına şüpheyle yaklaşmamın sebebi bu. Bazı insanlar internet yayınlarından takip edecek elbette, bazıları Alman futbolunu taparcasına tüketecek ama şahsi fikrim çoğunluğun poz kestiği ve bilgi birikimlerini Youtube’dan, Fifa’dan ya da Football Manager’dan edindiği yönünde. Bu da kötü değil elbette -hatta bir değeri var- ama benim karşı çıktığım kısım samimiyetsizlikleri. Belki yanılıyorumdur ama aksine inanmam için beni ikna etmeniz gerekecek. 


3Yazının içe dönük düşünceler içeren kısmı burasıydı.

12 Mayıs 2020 Salı

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler