![]() |
Birazdan okuyacağınız yazı ilk olarak 4 Aralık 2019 tarihinde The Guardian'da yayınlanmıştır. |
Solumda televizyon, sağımda laptop’lar, ortalarında Amazon Prime’la sıkışıp
kalmış durumdayım. Salı gecesinin prime
time’ında yerimi aldım - görev almayan tüm diğer yayıncılar gibi acaba
başarısız olacaklar mı diye bekliyorum.
Bir pivot santrfor kenar oyuncularının servisine ihtiyaç duyar. Burada da
Gabby Logan1
ve arkadaşları sizlerin geniş bant internet bağlantınızdan yardım
bekliyor. Buna dair hiçbir şikâyetim yok. İşler kusursuzca gitti ve futbol
halledildi. Her zaman olduğu gibi. Ama futbol, elbette ki, buradaki önemli olan
bileşen değildi. Esas mesele gece boyunca sosyal medyanın nasıl bir performans
göstereceğiydi.
Şakacı bir tweet’i çoktan hazırlamıştım bile. “Umuyorum ki Chris Wood bir son dakika golüyle maçı kazandıracak ve
Amazon Prime yorumcusundan şunu duyacağız: “Bu golü sepetinize ekleyin ve hemen
kasaya gidin.” 100 retweet ve 1000 like cepte. Andy Ruiz Jr’ın Anthony Joshua’nın
üstüne çökmesi gibi değildi ama hiç fena da değildi işte. Daha kötüsü
olabilirdi. Adam Smith’e yolladığım “Üzgünüm, elimizde daha fazla Sakho kalmadı #crybou
#amazon” yalnızca üç
retweet aldı örneğin. Hiç yoktan iyidir tabii.
Öyle görünüyor ki Amazon’un (tüm maçları izleyebileceğinize yönelik) temel pazarlama stratejisi esasında hizmete
dair en kötü şey. Düşünsenize, TÜM maçları izleyebiliyorsunuz. Crystal Palace -
Bournemouth maçını bile. Herhangi başka bir dönemde, böylesine bir imkânımız olmadığına
şükrederdik. İlginizi kaybettiğiniz noktada, Match of the Day’in sonunda iki
dakikalık bir kesit. Gazetede şöyle bir göz gezdirmelik üç paragraflık maç
raporu. Crystal Palace - Bournemouth maçının ederi böyle bir şeydi.
Ama ben o maçın ilk yarısının her dakikasını izledim. Ya da daha doğru
ifade etmek gerekirse, o maçın ilk yarısının her dakikası benim oturma odamdaki
ekranda açıktı. Konsantrasyonumu kaybettiğim anda -oyunda bir durma veya sadece
bir taç atışında- hemen diğer ekrana dönüyordum.
Taktiksel düzenim bu şekildeydi. Mamadou Sakho’nun kırmızı kartını, o
esnada kucağımda olan Bayan Rushden’ın laptop’ından izledim. Bedava Amazon
Prime denemesini kullanmamıştı. Solumda, koltuğun üzerindeki kendi laptop’ımda
Twitter açıktı. Başarısız komik futbol tweet’leri atma girişimlerimin arasında,
bir de Ben diye bir adamla antisemitizm üzerine bugüne kadarki ilk kibar
diyalogumu gerçekleştirdim. Ben, bundan beş saat önce seçimlerde taktiksel oy
vermekle ilgili yazdığım bir şeye cevap veriyordu.
Aynı anda Jack, Guardian Football Weekly’e katkı veren isimlerden
komedyen Elis James’in BBC Four’da bir çiftlikle ilgili belgeselde seslendirme
yaptığını tweetledi.
Televizyonu sessize aldım ve Elis’in dinlendirici sesini dinlemeye koyuldum.
Elis beni horozlarla ilgili bilgilendirirken bir Aberystwyth bandosu da bir
grup büyükbaş hayvana serenat yapıyordu. Telefonumu elime aldım ve
anlattıklarını ona geri satmak için Elis’e WhatsApp’tan yazdım.
İşte futbolu bu şekilde tüketiyorum. Aynı anda dört ekranda. Diğer yandan üç
farklı diyalog sürdürerek. Bu arada bu üç diyalogun ikisi daha önce hiç
tanışmadığım insanlarla ve bir yandan bir Gallerli de bana arka planda yaban
arılarından bahsediyorken ben de ona bana yaban arılarından bahsettiğinden
bahsediyorum.
Palace - Bournemouth maçı biraz daha ilginç olsaydı, belki de kendimi tek
bir ekranla sınırlı tutabilirdim. Ve belki tek seferde tek bir şeye odaklanmayı
beceremeyen tek aptal benimdir. Ama her ikisinin de doğru olduğunu sanmıyorum.
Ve bu meseleler evde koltuğa yığılıp maç izleyenlerle de sınırlı değil.
Tribünlerdeki taraftarlar da sürekli telefonlarıyla ilgileniyor - ya bir hakem
kararını kontrol etmek ya da kale arkasından bir frikik kaydı yapmak için. O
anlardan birinde top ağlarla buluşursa, iPhone’unun yerde parçalanışını
kaydeden birinin birinci elden kaydına da sahip olacağız demektir.
Burnley - Manchester City maçı başlayalı on dakika oldu ve insanlar yayının
donmasından şikayet ediyor. Gerçek zamanından bir dakika geç gelen bir maçı
izleyebilmemizi bizden nasıl beklerler? Turf Moor’dan oturma odalarımıza uzanan
eş zamanlı bir yayın beklemek hakkımız değil mi? 60 saniye geriden geleceksek,
o maçı yayınlamanın ne anlamı var? Aya bir adam gönderdik yahu. Neil Armstrong
rötar yapıyor muydu?
Yayının donması tweet atmak için bana yeni bir fırsat veriyor. Manchester City’nin 22.
dakikada attığı golle öne geçtiğine dair uydurma bir şeyler yazıyorum. “City 1-0
önde. Sterling’den temiz bir vuruş.” Ve cevaplar yağmaya başlıyor. “İnternetten takip ediyorsan golü bu kadar
erken bilemezsin.” Sonra daha zekice bir cevap geliyor: “Yalan mı söylüyorsun?”
24. dakikada, ben henüz şaka yaptığımı açıklayamadan, Gabriel Jesus iyi bir
bitirişle golü atıyor. Yayındaki kısa süreli donmadan ötürü kaygı duyan bir
grup insana tatlı bir şaka yapacakken, bir anda kendimi birkaç kişi tarafından
koca bir ırkçı olarak nitelendirilirken buluyorum. Neyse ki olay büyümüyor.
Belki de bu yalnızca maçı izlemem gerektiğine dair kaderin bir oyunudur.
Yani sorun asla yalnızca Amazon’la ilişkili değil. Burada sorun biziz.2
Derin düşüncelere daldığım nadir anlarda, laptop’ımı kapatıyor ve onu koltuğun
diğer tarafına, ulaşamayacağım bir yanına savuruyorum. Saniyeler içinde, elim
cebime gidiyor ve telefonumu çıkarıyorum. Bu tabiri ilk kimin söylediğini şimdi
unuttum - eğer büyük internetten sıkıldıysanız, neler olup bittiğine bakmak
için küçük interneti deneyin diyorlar.
Sanki biz bir konudaki yorumumuzu belirtmezsek dünya dönmekten
vazgeçecekmiş gibi. Unai Emery kovulduktan sonra, kendimi mutfak masasının
üzerindeki baharatlara yeni bir düzen verirken buldum; bir zarfın arkasını
keserek konuşma balonu oluşturdum ve bir bant bulup üzerinde “Arsenal, Allegri ile diyalog hâlinde”
yazan bu balonu salata sosuna tutuşturdum. Tüm bu zahmet, “Soslarımın bir sonraki Arsenal hocasına dair
söyleyecekleri bu şekilde” diye tweet atmak içindi. İşin en kötü yanı, bu tweet’i atmaktan fazlasıyla
tatmin olmamdı. 40 yaşında adamın biriydim. Kendi ilgi alanlarım vardı. Tüm bu
zahmet 32 retweet içindi.
Geride kalan on yılda 63,500’den fazla tweet atmışım.3
Bunu yapmak yerine
bir kitap yazabilirdim. Ama aşama kaydediyorum. Geceleri telefonumu alt katta
bırakmaya başladım - ama bazı zamanlar oluyor ki yalnızca telefonuma bakıyor ve
söylemem gereken bir şeyler bulmaya çalışıyorum.
Cambridge United’ın küçükler takımı Junior U’s’ta oynadığım 90’larda, devre
arası eğlencemiz hoparlörden konuşan adamdan ülkenin geri kalanında oynanan
maçlardaki sonuçları öğrenmekti. Gerçekten de heyecan verici bir deneyimdi.
Eğer televizyonda bir maç varsa, oturup izlerdim. Tüm dikkatimi o maça
verirdim. Oyuna bu şekilde aşık olmuştum. Tekrar o günlere geri dönmek
istiyorum - ama başarabileceğimden emin değilim.
Yazı: Max Rushden
Çeviri: Güner Çalış & Anıl Can Sedef
1 Ç.N.: İngiliz TV sunucusu.↩
2 Ç.N.: Buna tam olarak katılmıyorum. Sosyal medya algoritmalarının doğrudan doğruya sizin ‘ilginizi’ çekebilmek ve iyi ya da kötü her şartta ‘etkileşim’i arttırmak üzere kurgulandığı düşünülürse suç biraz da bu algoritmalarda aranabilir. Geride kalan on yıllık süreçte, Silikon Vadisi’nin yeni oyuncaklarını hiçbir muhafazakar reaksiyon göstermeden, büyük bir heves ve kabul edicilikle bünyemize kattık; bu meseleye dair yazılar ve karşı reaksiyonlar, sektörün içinden ve dışından kimselerce özellikle son 1-2 yıl ciddi bir ivmelenme kazanmış görünüyor. Dolayısıyla tek suçlunun biz olduğuna katılmıyorum ve insan doğasının belli yönleri üzerinden manipülasyona başvurarak kâr etme temelli algoritmalara açıkçası çok da iyi gözle bakamıyorum. Konuyla ilgilenenler veya belli rahatsızlıkları olup nereden başlayacağını bilemeyenler için Cal Newport ismi iyi bir başlangıç olabilir. ↩
3 Geri durup bu şekilde bakınca insana gerçekten korkunç geliyor. Yaklaşık on yıllık süreçte, ortalama her gün katkıda bulunarak üç ila beş arasında tweet attığımı fark etmem bende de benzer bir şaşkınlığa ve yılgınlığa sebep olmuştu. Bu şekilde yaşayarak nasıl geri durup kendinizi dinleme ve sağduyulu tepkiler verme imkanınız olabilir ki? ↩
Yorum Gönder