![]() |
Bu yazı ilk olarak 16 Eylül 2017 tarihinde New York Times'da yayınlanmıştır. |
Amerika Birleşik Devletleri’nde geçen yılın Kasım ayında gerçekleşen
seçimlerden birkaç hafta önce, ülkenin o dönemki Britanya Büyükelçisi Matthew
Barzun tarafından Londra’da bir parti düzenlendi.
Tüm konukların teşrif etmesiyle birlikte, Barzun bardağını havayı kaldırdı
ve sessizlik istediğini gösterir şekilde bardağı birkaç kez çınlattı. Onu bu
göreve getiren adamın, Başkan Barack Obama’nın bir sırdaşı olarak, seçimi kim
kazanırsa kazansın böyle bir geceyi düzenlemek için son şanslarından biri
olduğunu bildiğini açıkladı.
Ve bu yüzden de dedi, bu geceyi kendisinin -ama daha da fazla olmak üzere
çocuklarının- el üstünde tuttuğu bir meseleyi, Birleşik Devletler ve İngiliz
futbolu arasındaki özel ilişkiyi kutlamak için kullanacaktı. Çocukları partiyi
geç vakte kadar sürdüremeyecekleri için ilk kez mutsuzdu, bunun şakasını yaptı.
Şaşırtıcı bir durum değil. Barzun’un Winfield House’da -Amerikan Büyükelçisinin
ikamet ettiği, Regent’s Park’taki geniş, ihtişamlı köşkte- düzenlediği rutin gece davetlerinin ününe
diyecek yok; böyle geceleri gerçek bir şova dönüştürmeyi iyi biliyor. Bu da
onlardan biriydi. Ana salon suni çim ile kaplanmıştı. Premier
League kupası görücüye çıkmıştı. Süslü bir yan odada Xbox kuruluydu ve
davetlilere popüler video oyunu FIFA’nın son sürümünde şanslarını deneme
fırsatı veriliyordu.
Kalabalık büyük ölçüde oyuncular, antrenörler, kulüp sahipleri ve takım
yöneticilerinden oluşuyordu. Liverpool’un sahibi John Henry -eşi Linda Pizzuti
Henry ile Xbox’taki karşılaşmasından yeni çıkmış hâliyle- Arsenal’den mevkidaşı
Stan Kroenke ile keyifli bir sohbete kapılmıştı. Arséne Wenger, eski kaleci
Brad Friedel ve Stoke City’nin Birleşik Devletler’den savunma oyuncusu Geoff
Cameron; Premier League’in yayıncısı NBC kanalından Arlo White ile soru-cevap
seansı yapıyordu.
Wenger kamera önünde Premier League’in geçirdiği dönüşümden duyduğu
şaşkınlığı dile getirdi. Amerikalıların günün birinde yaklaşık bir düzine
İngiliz kulübünün sahibi olacağını hiç aklından geçirmediğini söyledi. Mevcut durumdan fazlasıyla memnunum,
dedi. Davetliler arasından belli belirsiz bir alkış kopuyordu.
Odanın dışında ise durum biraz daha karmaşıktı. Barzun, Premier League’e
Amerika havasını taşıyan o özel ilişkiyi kutlamak istiyor olabilirdi ama
İngiltere’deki herkes onunla hemfikir değildi.
Amerikan İstilası
NBA’de Philadelphia 76ers’ın ve NHL’de New Jersey Devils’ın haklarını
elinde bulunduran bir grubun parçası olan Josh Harris ve David Blitzer, Crystal
Palace’ı satın almak üzere bir teklif yapmadan önce adeta bir adli soruşturmaya
varacak düzeyde detaylı incelemeye başvurmuştu.
Yatırım yapmayı gözden geçirdikleri bir yılı aşan süre içinde, Harris ve
Blitzer rakamların içine öylesine dalmıştı ki nihayetinde bir dolu farklı
sonuca varabilen düzinelerce finansal projeksiyon yapabiliyorlardı. Ama bu
projeksiyonların hiçbiri, takdir edersiniz ki, yeni antrenörlerini 77 günün
sonunda kovmayı içermiyordu.
Harris ve Blitzer en sonunda Aralık 2015’te Palace’ı satın almak üzere
anlaşmaya vardığında, Güney Londra kulübü Amerikalı kontrolüne geçen sekizinci
İngiliz takımı oldu. Olay yerine ilk varan, 2003’te Manchester United’ı satın
alan Glazer ailesiydi. Sonraki yıllarda (iki kez el değiştirecek) Liverpool, Arsenal,
Aston Villa, Sunderland, Fulham, Millwall ve Derby County onları takip etti.
Harris ve Blitzer’ın ardından Swansea City ve Portsmouth da Amerikalı
sahiplere geçtiler. Bournemouth’un bir kısmı, Chicago’lu bir finansör olan
Matthew Hulsizer’a aitti. Oakland A’s yöneticisi Billy Beane’in de içinde
olduğu bir konsorsiyumun gözüne kestirdiği Barnsley, bir sonraki kulüp
olabilir.
Bu kulüplerden çok azı (ki o da eğer gerçekten bulmak mümkünse) bir başarı
öyküsü olarak değerlendirilebilir.
Glazer’lar hemen hemen en başından bu yana protesto ediliyor; şimdi
bile, Manchester United Taraftar Derneği bugüne kadar başka hiçbir kulüp
sahibinin “tek bir kulüpten bu kadar para hortumlamadığını” söylüyor. Kroenke,
Arsenal’in vizyonsuzluğunun bir numaralı sebebi olarak görülüyor. Henry’nin de
Liverpool’da herkesin sevdiği biri olduğu söylenemez.1
Fulham, Aston Villa ve Sunderland’in üçü de küme düştü. Swansea City, geçen
sezon aynı kaderi yaşamaktan kıl payı kurtuldu ve kulübün taraftarları ile
Amerikalı sahipler Steve Kaplan ve Jason Levien arasındaki sürtüşme sürüyor. Ve
Palace da yalnızca dört maçta görev yapan Frank de Boer’un yerine bu hafta Roy
Hodgson’ı takımın başına getirdi. Hodgson, Harris ve Blitzer’ın kısa görev
süresi içindeki dördüncü antrenör olacak.
Bazı kulüplerin el değiştirmesinde danışman olarak rol alan Chris Anderson,
Britanya’daki Amerikalı sahipler hakkında “Hepsinin de büyük fiyasko olduğunu
söylemek haksızlık olur” diyor. “Ama pek çoğu oyunun kendine özgü dinamikleri
ve endüstriyle baş etmekte zorlandı. Canavarın doğasını çözmek kolay değil.”
İçlerinden bir kısmı İngiltere’de bulunan takımlara ve kulüplere
danışmanlık yapan Boston merkezli avukat Steven Gans’a göre, Amerikalı anne
babaların çocuklarının futbol maçlarına yaklaşımları ile Amerikalı sahiplerin
yüz milyonlarca dolar harcayarak satın aldıkları kulüplere yaklaşımları
arasında doğrudan bir ilişki var ve Amerikalıların İngiltere’ye geldikleri
günden bu yana yaşadıkları sorunların temelinde bu ilişki yatıyor.
Gans, telefon aracılığıyla gerçekleştirdiğimiz röportajda şunları söylüyor:
“Futbol oynayan çocuklarının anne babalarının, örneğin beysbol oynayan
çocukların anne babaları gibi bir referans noktaları olmuyor. Futbol konusunda
kendilerini güvensiz hissediyorlar, suya yalnızca ayaklarını değdiriyorlar.
Futbol hakkında bir şey bilmediklerine dair bir varsayımları var. Bu yüzden de
bilen bir kişiye yönlenmeleri gerektiğini düşünüyorlar ama bu da her zaman
doğru kişi olmuyor.”
“Aynı fenomenle yatırımcılar bir mal varlığı elde ettiğinde de
karşılaşıyoruz. Kendi güvensizliklerinin insafına kalıyorlar. Kendi muhakeme
güçlerini yeterince güvenmiyor, bu yüzden de yönetimi tamamen başkalarına
devrediyorlar.”
“John Henry, beysboldan anladığı kadar futboldan anlamıyor; bu yüzden de
futbola dair içgüdülerini bir kenara bırakıyor. Kendi düşüncelerini ve
değerlendirmelerini sürece dahil etmemeye çalışıyor. Konu futbol olduğunda,
Amerikalı sahipler işi doğru deneyime sahip olduğunu düşündükleri insanlara
bırakıyorlar.”
Pek çok Amerikalı kulüp sahibi için problem, özellikle de işin en
başındayken, bu doğru deneyime sahip kişinin tam olarak kim olduğunu
bulabilmek.2 Hem Lerner’ın Villa’sı hem de Kroenke’nin Arsenal’ında çalışmış
olan Alman yönetici Hendrik Almstadt, “Yabancı bir şehirde havalimanına iniş
yaptığınızda, bazen taksi sürücüsü size iki kat ücret keser ama yine de
ödersiniz, çünkü işin doğrusunu bilmezsiniz” diyor. “Bu hepimizin başına
geliyor.”
Anderson bunu ikinci bir dilde konuşmaya benzetiyor: cümlenin ne demek istediğini
anlayabiliyor ama her zaman derinliğini kavrayamıyorsunuz.
“İşin sırlarını Amerika’dan alışkın oldukları biçimlerde öğrenmeye
çalışamazlar” diyor Anderson. “Bu insanlar genellikle finans sektöründen
geliyor. Herkesin kusursuz takım elbiseler giydiği ve iyi dişlere sahip olduğu
maço bir dünyaya alışkınlar. Avrupa futbolundaki herkes bu şekilde giyiniyor ve
buna uygun davranıyor. İyi ve kötüyü nasıl birbirinden ayırt edecekler ki?”
Anderson, Amerika ve Avrupa’daki spor endüstrilerinin birbirinden farklı
yapısını göz önünde bulundurarak, güvenilirliğe sahip olmanın çok önemli bir
yer tuttuğu üzerinde duruyor. “Birleşik Devletler’de spor fazlasıyla
profesyonelleşmiş durumda. Belki küçük bir mesele ama yönetim kademesindeki birçok
mevkide üniversite diploması olan, bu işin okulunu okumuş kimseler çalışıyor.
Avrupa’da ise böyle bir durum geçerli değil.”
Durup doğru
kelimeyi bulmaya çalışıyor. “Yeni sahipler, Avrupa’da işlerin ne denli gayri resmi
yürüdüğünü anlayamıyor. Burada daha az kural var. İşler kişisel bağlantılar üzerinden
ilerliyor.”
John
Henry’nin yorumu ise daha kısa ve öz. Liverpool’daki döneminin başında, Avrupa
futbolunun “Vahşi Batı”ya benzediğini söylemişti.
Britanya Etkisi
Almstadt’ın
tecrübelerine göre, Amerikalı sahipler “soğukkanlı, rasyonel, analitik yaklaşımın”3 onları Avrupa futbolunun kaotik, sezgisel atmosferinde bir istisna hâline
getireceği inancıyla işe koyuluyorlar.
Aralarından
pek azı Roman Abramovich stili para döken, takımlarına sonsuz kaynak ayıran bir
sahip olmayı tasarlayarak kulüp satın alıyor. Bilgi birikimlerini kullanarak
başarıya ulaşacaklarına inanıyorlar. Almstadt’a göre sorun da burada başlıyor,
çünkü İngiliz futbolunun ileri gelenlerinin
-eski topraklar, uzun süredir görev yapan antrenörler, etki alanı geniş
eski oyuncular ve düşmanca davranan medya- yeni fikirlere gösterdiği doğuştan
bir direnç var. Amerikalılar yeni muhitlerini dilediklerince şekillendirmek
ümidiyle yola koyuluyorlar, ama bilinmedik topraklardaki bilinmedik bir spor,
çoğunlukla tam zıttı durumun ortaya çıkmasına sebep oluyor. Gans’ın teorisi de
doğrulanıyor: Amerikalılar, konu futbol olduğunda, kendi güvensizliklerinin
insafına kalıyor.
“Geleneksel
yöntemde, kulüp sahipleri arabanın anahtarını menajere verirler” diyor Almstadt
bir örnek olarak. “Ama eğer işler istedikleri gibi gitmezse, altı ay sonra
anahtarı bu kez bir başka menajere devrediyorlar.”
İngiltere’de
işler her zaman böyle ilerledi, menajerin her şeye kadirliği uzun yıllar
boyunca bir erdem olarak değerlendirildi. Bu yapı, Almstadt’ın ‘yönetici yapı
modeli” olarak ifade ettiği Amerikan sporları yapılanması ile karşıtlık
gösteriyor. Amerikan sporlarında antrenör, yazar Dave Zirin’in tabiriyle
‘günümüzün Jül Sezarları’ olan takım sahiplerine çıkan zincirde diğerleri gibi
sıradan bir halka olmaktan ibaret.
Sunderland’den
ve Villa’dan sonra, menajer devir daimi şimdi de Palace’da (Harris ve Blitzer
kulübün günlük işleyişinin sorumluluğunu İngiliz küçük hissedar Steve Parish’e
bırakmışken) sonu gelmez bir hâl aldı. Diğer kulüplerde de yöneticiler sürekli
değişiyor. Kulüp sahipleri kendi muhakemelerine olan güvenlerini yitiriyor,
çeşitli konseptler ve danışmanlar arasında gidip geliyor, kulaklarını sağır
eden bu kültürel bozuşmanın ortasında kendi seslerini duymakta zorlanıyor.
“Bir süre
sonra, bir ölüm sarmalının içinde sıkışıp kalıyorsunuz” diyor Almstadt. Alınan
kötü kararlar sonrasında paniğe sevk ediyor ya da panikle alınan kararlar kötü
neticeler doğuruyor.
Ama Almstadt
ve Anderson işlerin yoluna girmeye başladığını düşünüyorlar. “Glazer’ların
ticari modeli başka birçok takım tarafından kopyalanmaya başladı” diyor
Almstadt. “Ayrıca artık daha fazla takım yönetici yapı modeli ile yönetiliyor,
antrenörler daha geniş bir organizasyon şemasının -çok önemli- bir parçası
olarak görülüyorlar.”
“İngiliz
futbolu üzerinde çok kesin bir biçimde Amerikan etkisi hissedilmeye başladı.”
Anderson da
ümitli gözüküyor. Henry’i kullandığı ‘deneme-yanılma’ metodu sebebiyle övüyor
ve Liverpool’un süreç içindeki gelişimini derslerin alınmasına, doğru
insanların bulunmasına yoruyor. Aynı zamanda artık kulüp sahiplerinin satın
alımlar öncesi çok daha detaylı araştırmalar yaptığına değiniyor.
“Oyuncu
kadrolarını, akademileri, çalışanları değerlendirmek üzere insanlar
görevlendiriyorlar; tam olarak neyi satın aldıklarını bilmek istiyorlar” diyor
Anderson. Kulüp sahipleri her zaman için mali tabloya yakın ilgi gösterirdi.
Şimdi derinlere inip işin futbol yönüyle de ilgileniyorlar.
İşte bu
yüzden Winfield House’daki o gecede kutlanacak çok şey vardı. Wenger’in
söylediği gibi, Birleşik Devletler ile Premier League arasında bu özel ilişki
bundan birkaç yıl öncesine dek hayal dahi edilemezdi. İlişkinin henüz
başındayız, yaşanacak hâlâ çok şey var. Şampanyayı patlatmak için belki de çok
erken. Çünkü iki tarafın da birbirinden öğreneceği hâlâ çok şey var.
Yazı: Rory Smith
Çeviri: Güner Çalış & Anıl Can Sedef
1 Ç.N.: Henry’nin diğerlerinden ayrılan bir yönü olduğunu söylemek mümkün. Hem diğer sporlarda yaptığı yatırımlarda hem de daha sonra Liverpool’da büyük başarı elde etti. Kişisel olarak ilgiyle takip ettiğim sağlık haberleri web sitesi STAT gibi başka alanlardaki yatırımları da mevcut.↩
2 Ç.N.: Konuyu fazla dağıtmak istemem ama bu fenomenin ne İngiltere ile ne de Amerikalı sahipler ile sınırlı olduğunu düşünüyorum. Kendi alanlarında nice başarılar kazanmış yeni kulüp başkanlarının berbat ilk dönemleri olabiliyor, çünkü öncelikle ‘bu işin’ nasıl yürüdüğünü öğrenmeleri gerekiyor.↩
3 Ç.N.: Türkçe’de bu üç tabiri tek bir kelime ile karşılayabiliyoruz: ‘vizyon’.↩
Yorum Gönder